- Katılım
- 11 Ağu 2025
- Mesajlar
- 516
- Tepkime puanı
- 24
- Puanları
- 18
Hülya Soyşekerci, günümüzün en önde gelen deneme ve eleştiri yazarlarından. Derin ve sağlam bir Türk edebiyatı bilgisine vakıf; aynı zamanda edebiyat kuramları üstüne kafa yormuş bir edebiyatçı; akılcı çıkarsamalarla, ince bir duyarlığı edebiyatçı; akılcı üslubu var. İncelediği esere tek bir pencereden değil, birçok açıdan bakabilmesi; metni -nesnel yaklaşımını ve nesnel değerlendirmesini zedelemeden- gönül gözü ile de irdeleyebilmesi, yazardan metne sızan öz yaşamsal ögeleri de değerlendirebilmesi onun incelemelerine bambaşka bir derinlik ve lezzet katıyor. Ünlü eleştirmen Steiner, “Edebiyat eleştirisi hayranlıktan doğar” der. Sadece hayranlık ifade eden bir eleştiri, kuşkusuz eleştiri değildir, ama eleştirmenin gönül gözü olaya hiç katılmamışsa, bir şeyler eksik kalmıştır; çünkü, eleştirmen edebi metne yüreğini kapatmış demektir. Oysa edebiyatın tüm anlamı, okurun içselliğine, onun bizzat deneyimlemediği yaşantıları ve duyguları, deneyimlenmiş gibi katabilmesindedir; okur bu sayede insan kardeşlerinin çeşitli kaderleri ve kederleriyle hem hal olarak olgunlaşma yolunda ilerleyebilir.
Hülya Soyşekerci, incelediği eserlerin ve yazarların okurlarını işte böyle yaklaşımlarla adeta olgunlaştırmaktadır.
Yazarımızın önsözde belirttiği üzere, edebiyat yaratıcılığı, eline kalemi alan “kadın”ın “özne” olma yolundaki sınavı ve başarısıdır. Özellikle geleneksel kültürlerde kadın öznedense nesnedir. İki birey arasında bir tür eşitlik yaratabilecek olan aşk bile doğu kültürlerinde kadının âşık erkek tarafından nesneleştirmesini getirmektedir. Hülya, bu düşüncesini Sadık Hidayet’in veriminden örnekleyerek açıklar (s.15). Bizim edebiyatımızda Halit Ziya gibi büyük “edip”lerin kadını “birey” olarak görüp gösterebildiklerini ama onu özne olarak yani etkin birey olarak çizemediklerini söyler ki özünde haklıdır (s.15).[2]
“Kadın”ın edebiyatta “özne” olarak çizilebilmesi, büyük ölçüde, kendileri özne olma sınavını vermiş olan kadın yazarların verimini bekleyecektir. Hülya buradaki tehlikeye dikkat çeker: Toplum kadın yazarın sözcüklerini onun özel yaşamıyla özdeşleştirme eğilimindedir, bu da kadın yazarı ister çeker: iter. Yaşarken aşılan sınırlar yazarken de aşılmak zorundadır.
Hülya’nın kitabı, ağırlıklı olarak 1950 sonrası kadın edebiyatçılarımızın portre galerisi gibidir ve gerek yazarlar gerek eserleri, çoklukla özne olma mücadelesinin ışığında incelenmiş gibi gelir bana.
Hülya, bu incelemesinde özne olmanın ilk belirtilerini, Suat Derviş ve Kerime Nadir’in erken dönem eserlerinde bulur. Suat Derviş’in “Fatma’nın Günahı” adlı romanında, gotik, romantik, psikolojik ve özyaşamsal unsurların metni nasıl dokuduğunu inceler. (s. 17-28). Kerime Nadir’in döneminde çok okunmasının nedenini, yazarın gücünü aşktan alan mücadeleci kadın kahramanlar yaratmasına ve bu karakterlerin erken Cumhuriyet döneminin okurunda karşılık bulmasına bağlar.
Kerime Nadir, yazabilmek için ailesiyle mücadeleye girmek zorunda kalmıştır; bu yaratıcılık sancısı “Seven Ne Yapmaz” ın sayfalarında gömülüdür ve günümüz okurunca keşfedilebilmek için Hülya Soyşekerci’nin gönül gözünü beklemiştir (s.29-47).
İşte gerçek bir yaratıcı özne: Leyla Erbil (s.44-54)! Leyla Erbil’in sanatçı kişiliği Marksist ve Freudien etkilerle ve ‘’modern edebiyat’’ a dair sindirilmiş bilgi ile yoğrulmuştur. O, sınıfsal, cinsel, toplumsal her türlü baskıya karşıdır. Eleştirel ve kara mizah eksik değildir metinlerinde. Bireyi baskılayan, toplumsal ön kabulleri onun bilinçaltına yerleştiren en birinci aracı dil değil midir? İşte Leyla Erbil, baskı aracı olmuş bu dile meydan okur (s.45)!
Füruzan’ın dile yaklaşımı başkadır; o dille kavga etmez, ama dili öyle bir kullanır ki, edebiyatı okurun ruhuna işler. Bu yüksek etkileyiciliği, kişilerinin son derece canlı çizilmiş olmasıyla da başarır. (s.77); “dünyayı çocukların o biçimlendirilmemiş”, yani koşullandırılmamış, hayret edebilen bakışlarıyla irdelemesiyle de (s.57).
Hülya Soyşekerci tam bir araştırıcı tavrıyla Füruzan’ın, Sevgi Soysal’ın ve Tomris Uyar’ın göreli az bilinen yapıtlarını da konu alır, onlardaki cevherin gözlerden ırak kalmasına gönlü razı olmaz. Füruzan’ın Almanya Füruzan’ın Almanya, Sevgi Soysal’ın gazete yazılarını, Tomris Uyar’ın deneme ve eleştirilerini araştırmasına katar. Tomris Uyar’ın hikâye türü üstüne kafa yormalarının, Sevgi Soysal’ın “incelikli direnişi”nin (s.111) üstünde durur.
“Etiyle kanıyla” yazan Sevim Burak; (s.97); “tema ve kişi çeşitliliği açısından roman soluğu taşıyan” (s. 161) ve tarihe kadınların gözüyle bakan hikayeleriyle Ayla Kutlu; kadınlıklarını toplumsal otoriteleri sarsa sarsa, korkusuzca irdeleyen Pınar Kür, yazarımızın merceğindedir. Pınar Kür’ün sözleri ne kadar ufuk açıcıdır: “Yazmayı Tolstoy’dan ve Agatha Christie’den öğrendim” (s.147) derken! Yani okuyarak! İnsan ruhunu irdelemeyi bir büyük sanatçıdan, yani Tolstoy’dan ve sürükleyici metin kotarmayı bir usta zanaatçıdan, yani Agatha Christie’den, derim ben!
Nursel Duruel’in hikayeleri hayatı sessiz bir emekle yoğuran kadınları ölümsüzleştirirken (s. 182-84), Nazlı Eray “rüya, yaşam, edebiyat arasında düşsel iplikler” dokur (s. 186).
Öykü türü üstüne düşünen yazarlarımızdan biri de Feyza Hepçilingirler’dir:
Feyza, içe dokunan öykülerinde, kişileri hayatın kırılma noktalarında yakalar; üstün körü bir bakışla gözden kaçabilen ama kişinin içselliğinde dönüşümler yaratan o anlarda. (s. 206-209).
Nalan Barbarosoğlu ilginç bir deney sunar okurlarına: Hayali okurların, gerçek yazarlara yazdığı hayali mektuplar! Okur profilleri üstüne ilginç bir çalışma, aynı zamanda zevkle okunan öyküler (s.210-4)
Bir başka çok önemli yazarımız, öykü ve romanlarıyla Ayfer Tunç. “Yanan ve Yakan Öyküler” diyor, Hülya, Ayfer Tunç’un metinleri için. (s. 215-31). “Ben hiçbir zaman kısa öykücü olmadım” der Ayfer Tunç. “…kesit öykücüsü de değilim, öykülerimde bütün hayatı anlatıyorum.” (s. 215).
Gerçekten de öyle. Tüm bir hayat yansılanır onun metinlerinde ve gerçekten ‘’yanan ve yakıcı’’ metinlerdir bunlar, ister hikâye ister roman olsun. Çünkü hem yakıcı toplumsal-siyasal olaylar üzerinedir bu metinler, hem bireyin çoğu çocukluk travmalarından kaynaklanan iflah olmaz yaraları üstüne.
Çarpıcı metinlerin bir başka yazarı, kadınlık durumlarının ve hassasiyetlerinin bir başka dile getiricisi Mine Söğüt’tür. Onun cesur metinleri yakmaz daha ziyade darbe gibi çarpar insana. Çünkü Mine Söğüt, gotik edebiyata has tekinsiz ögeler katar metinlerine, giderek öykülerini bu ögeler üstüne kurar; ama metnin yüreğinde kanayan bir kadınlık hali vardır (s. 132-38).
Kadın bireyin yaraları, Aslı Erdoğan’ın metinlerinde de dile gelecektir. Bireyin karakterinin harcına işlemiş çocukluk yaraları, yetişkinlik yaşamında onu ne tür çıkmazlara iter… Aslı’nın ilk kitabı ‘’Kabuk Adam’’, bu mecrada akarken, yazar, ‘’insan’’ denen varlığın temel gerçekliğini, yani ‘’yaratıcılığını ve yabanıllığını’’(s.244) duyurur okura.
Hülya incelemesini, benim de yeni tanıdığım bir yazarla ve eseriyle bitirir. Maalesef artık aramızda olmayan bu yazarımıza, sevgili bir dosta, Bahar Gürsoy Kaynakçıoğlu’na bir saygı ve sevgi göndermesiyle… “İngiliz Çukuru”dur eser ve yerinden yurdunda kopartılmanın sahici ıstırabı üstünedir. Emperyalizmin küresel çıkar çekişmeleri yüzünden yurdundan olmuş, anlamlandıramadıkları bir tarihin elinde ufalanan insanların acılarını dile getiren bir roman (s.247-263)
Hülya, edebiyatımızın kadınlarını incelediği bu kitabının orta yerine bir erkek yazarın, Ege yöresinin gerçekçi anlatıcısı değerli yazarımız ve şairimiz Necati Cumalı’nın roman kahramanı Zeliş’i getirip yerleştirmiştir! (s. 168- 177) Neden! Okurun içini ısıtan roman kişilerindendir, tütün ekicisi ve toplayıcısı Zeliş, 1950’lerin bir Ege köylüsü! Gencecik bir kadın ve şaşırtıcı bir özne! Eyleyendir, Zeliş! Gücünü aşktan alır, varsın öyle olsun. Kendisine biçilen geleneksel rolü elinin tersiyle iter ve kaderine sahip çıkar! Hülya niçin Zeliş’i getirip kitabının orta yerine koymuştur? ‘’Kadın özneler’’ yaratma konusunda hasis olan erkek yazarlarımıza sitem olsun diye mi? Bilmem ki…
‘’Edebiyatımızda Kadın Yaratıcılığı’’, geçekten de Türk edebiyatının kadınları üstüne temel bir başvuru kaynağı.
[1] Hülya Soyşekerci, ‘’Edebiyatımızda Kadın Yaratıcılığı’’, Vapur Yayınları, İst., Haziran 2025
[2] Ancak, şunu belirtmeliyim, hiç kıyamadığım Halit Ziya, kadını toplum içinde gördüğü gibi çizmiştir. Tolstoy da öyledir. Kuşatılmış Anna Karenina’ya kalan tek gerçek eylem, ne yazık ki kendini yok etmektir. Halit Ziya’nın kahramanı Bihter için de aynı şey geçerlidir.
Hülya Soyşekerci, incelediği eserlerin ve yazarların okurlarını işte böyle yaklaşımlarla adeta olgunlaştırmaktadır.
Yazarımızın önsözde belirttiği üzere, edebiyat yaratıcılığı, eline kalemi alan “kadın”ın “özne” olma yolundaki sınavı ve başarısıdır. Özellikle geleneksel kültürlerde kadın öznedense nesnedir. İki birey arasında bir tür eşitlik yaratabilecek olan aşk bile doğu kültürlerinde kadının âşık erkek tarafından nesneleştirmesini getirmektedir. Hülya, bu düşüncesini Sadık Hidayet’in veriminden örnekleyerek açıklar (s.15). Bizim edebiyatımızda Halit Ziya gibi büyük “edip”lerin kadını “birey” olarak görüp gösterebildiklerini ama onu özne olarak yani etkin birey olarak çizemediklerini söyler ki özünde haklıdır (s.15).[2]
“Kadın”ın edebiyatta “özne” olarak çizilebilmesi, büyük ölçüde, kendileri özne olma sınavını vermiş olan kadın yazarların verimini bekleyecektir. Hülya buradaki tehlikeye dikkat çeker: Toplum kadın yazarın sözcüklerini onun özel yaşamıyla özdeşleştirme eğilimindedir, bu da kadın yazarı ister çeker: iter. Yaşarken aşılan sınırlar yazarken de aşılmak zorundadır.
Hülya’nın kitabı, ağırlıklı olarak 1950 sonrası kadın edebiyatçılarımızın portre galerisi gibidir ve gerek yazarlar gerek eserleri, çoklukla özne olma mücadelesinin ışığında incelenmiş gibi gelir bana.
Hülya, bu incelemesinde özne olmanın ilk belirtilerini, Suat Derviş ve Kerime Nadir’in erken dönem eserlerinde bulur. Suat Derviş’in “Fatma’nın Günahı” adlı romanında, gotik, romantik, psikolojik ve özyaşamsal unsurların metni nasıl dokuduğunu inceler. (s. 17-28). Kerime Nadir’in döneminde çok okunmasının nedenini, yazarın gücünü aşktan alan mücadeleci kadın kahramanlar yaratmasına ve bu karakterlerin erken Cumhuriyet döneminin okurunda karşılık bulmasına bağlar.
Kerime Nadir, yazabilmek için ailesiyle mücadeleye girmek zorunda kalmıştır; bu yaratıcılık sancısı “Seven Ne Yapmaz” ın sayfalarında gömülüdür ve günümüz okurunca keşfedilebilmek için Hülya Soyşekerci’nin gönül gözünü beklemiştir (s.29-47).
İşte gerçek bir yaratıcı özne: Leyla Erbil (s.44-54)! Leyla Erbil’in sanatçı kişiliği Marksist ve Freudien etkilerle ve ‘’modern edebiyat’’ a dair sindirilmiş bilgi ile yoğrulmuştur. O, sınıfsal, cinsel, toplumsal her türlü baskıya karşıdır. Eleştirel ve kara mizah eksik değildir metinlerinde. Bireyi baskılayan, toplumsal ön kabulleri onun bilinçaltına yerleştiren en birinci aracı dil değil midir? İşte Leyla Erbil, baskı aracı olmuş bu dile meydan okur (s.45)!
Füruzan’ın dile yaklaşımı başkadır; o dille kavga etmez, ama dili öyle bir kullanır ki, edebiyatı okurun ruhuna işler. Bu yüksek etkileyiciliği, kişilerinin son derece canlı çizilmiş olmasıyla da başarır. (s.77); “dünyayı çocukların o biçimlendirilmemiş”, yani koşullandırılmamış, hayret edebilen bakışlarıyla irdelemesiyle de (s.57).
Hülya Soyşekerci tam bir araştırıcı tavrıyla Füruzan’ın, Sevgi Soysal’ın ve Tomris Uyar’ın göreli az bilinen yapıtlarını da konu alır, onlardaki cevherin gözlerden ırak kalmasına gönlü razı olmaz. Füruzan’ın Almanya Füruzan’ın Almanya, Sevgi Soysal’ın gazete yazılarını, Tomris Uyar’ın deneme ve eleştirilerini araştırmasına katar. Tomris Uyar’ın hikâye türü üstüne kafa yormalarının, Sevgi Soysal’ın “incelikli direnişi”nin (s.111) üstünde durur.
“Etiyle kanıyla” yazan Sevim Burak; (s.97); “tema ve kişi çeşitliliği açısından roman soluğu taşıyan” (s. 161) ve tarihe kadınların gözüyle bakan hikayeleriyle Ayla Kutlu; kadınlıklarını toplumsal otoriteleri sarsa sarsa, korkusuzca irdeleyen Pınar Kür, yazarımızın merceğindedir. Pınar Kür’ün sözleri ne kadar ufuk açıcıdır: “Yazmayı Tolstoy’dan ve Agatha Christie’den öğrendim” (s.147) derken! Yani okuyarak! İnsan ruhunu irdelemeyi bir büyük sanatçıdan, yani Tolstoy’dan ve sürükleyici metin kotarmayı bir usta zanaatçıdan, yani Agatha Christie’den, derim ben!
Nursel Duruel’in hikayeleri hayatı sessiz bir emekle yoğuran kadınları ölümsüzleştirirken (s. 182-84), Nazlı Eray “rüya, yaşam, edebiyat arasında düşsel iplikler” dokur (s. 186).
Öykü türü üstüne düşünen yazarlarımızdan biri de Feyza Hepçilingirler’dir:
Feyza, içe dokunan öykülerinde, kişileri hayatın kırılma noktalarında yakalar; üstün körü bir bakışla gözden kaçabilen ama kişinin içselliğinde dönüşümler yaratan o anlarda. (s. 206-209).
Nalan Barbarosoğlu ilginç bir deney sunar okurlarına: Hayali okurların, gerçek yazarlara yazdığı hayali mektuplar! Okur profilleri üstüne ilginç bir çalışma, aynı zamanda zevkle okunan öyküler (s.210-4)
Bir başka çok önemli yazarımız, öykü ve romanlarıyla Ayfer Tunç. “Yanan ve Yakan Öyküler” diyor, Hülya, Ayfer Tunç’un metinleri için. (s. 215-31). “Ben hiçbir zaman kısa öykücü olmadım” der Ayfer Tunç. “…kesit öykücüsü de değilim, öykülerimde bütün hayatı anlatıyorum.” (s. 215).
Gerçekten de öyle. Tüm bir hayat yansılanır onun metinlerinde ve gerçekten ‘’yanan ve yakıcı’’ metinlerdir bunlar, ister hikâye ister roman olsun. Çünkü hem yakıcı toplumsal-siyasal olaylar üzerinedir bu metinler, hem bireyin çoğu çocukluk travmalarından kaynaklanan iflah olmaz yaraları üstüne.
Çarpıcı metinlerin bir başka yazarı, kadınlık durumlarının ve hassasiyetlerinin bir başka dile getiricisi Mine Söğüt’tür. Onun cesur metinleri yakmaz daha ziyade darbe gibi çarpar insana. Çünkü Mine Söğüt, gotik edebiyata has tekinsiz ögeler katar metinlerine, giderek öykülerini bu ögeler üstüne kurar; ama metnin yüreğinde kanayan bir kadınlık hali vardır (s. 132-38).
Kadın bireyin yaraları, Aslı Erdoğan’ın metinlerinde de dile gelecektir. Bireyin karakterinin harcına işlemiş çocukluk yaraları, yetişkinlik yaşamında onu ne tür çıkmazlara iter… Aslı’nın ilk kitabı ‘’Kabuk Adam’’, bu mecrada akarken, yazar, ‘’insan’’ denen varlığın temel gerçekliğini, yani ‘’yaratıcılığını ve yabanıllığını’’(s.244) duyurur okura.
Hülya incelemesini, benim de yeni tanıdığım bir yazarla ve eseriyle bitirir. Maalesef artık aramızda olmayan bu yazarımıza, sevgili bir dosta, Bahar Gürsoy Kaynakçıoğlu’na bir saygı ve sevgi göndermesiyle… “İngiliz Çukuru”dur eser ve yerinden yurdunda kopartılmanın sahici ıstırabı üstünedir. Emperyalizmin küresel çıkar çekişmeleri yüzünden yurdundan olmuş, anlamlandıramadıkları bir tarihin elinde ufalanan insanların acılarını dile getiren bir roman (s.247-263)
Hülya, edebiyatımızın kadınlarını incelediği bu kitabının orta yerine bir erkek yazarın, Ege yöresinin gerçekçi anlatıcısı değerli yazarımız ve şairimiz Necati Cumalı’nın roman kahramanı Zeliş’i getirip yerleştirmiştir! (s. 168- 177) Neden! Okurun içini ısıtan roman kişilerindendir, tütün ekicisi ve toplayıcısı Zeliş, 1950’lerin bir Ege köylüsü! Gencecik bir kadın ve şaşırtıcı bir özne! Eyleyendir, Zeliş! Gücünü aşktan alır, varsın öyle olsun. Kendisine biçilen geleneksel rolü elinin tersiyle iter ve kaderine sahip çıkar! Hülya niçin Zeliş’i getirip kitabının orta yerine koymuştur? ‘’Kadın özneler’’ yaratma konusunda hasis olan erkek yazarlarımıza sitem olsun diye mi? Bilmem ki…
‘’Edebiyatımızda Kadın Yaratıcılığı’’, geçekten de Türk edebiyatının kadınları üstüne temel bir başvuru kaynağı.
[1] Hülya Soyşekerci, ‘’Edebiyatımızda Kadın Yaratıcılığı’’, Vapur Yayınları, İst., Haziran 2025
[2] Ancak, şunu belirtmeliyim, hiç kıyamadığım Halit Ziya, kadını toplum içinde gördüğü gibi çizmiştir. Tolstoy da öyledir. Kuşatılmış Anna Karenina’ya kalan tek gerçek eylem, ne yazık ki kendini yok etmektir. Halit Ziya’nın kahramanı Bihter için de aynı şey geçerlidir.