- Katılım
- 11 Ağu 2025
- Mesajlar
- 516
- Tepkime puanı
- 24
- Puanları
- 18
“Adını yuvarladı merdivenden
Kırıldı, hecelerine ayrıldı
Düşündü, zaten hiç onun olmamıştı.”
(Kalben)
Prova yeni bitmişti. Hala sahnedeydim. Kostümüm üzerimdeydi. Telefonum çaldı. Çantamı sahnenin kenarına atıvermiştim. Karanlıkta el yordamıyla buldum. Kayıtlı bir numara değildi. Açıp açmamak konusunda kısa bir tereddüt yaşadım. Sonunda merakıma yenildim. “Benim,” dedi Mete; adını unutmuşum gibi. Sonra, ani bir tepki vereceğimi düşünmüş olmalı: “Kapatma lütfen,” dedi. “Peki,” der gibi başımla onu onayladım. Sanki beni görebilecek. Nefesim değişir gibi oldu. Bir süre sustum. Salon bomboştu. Sessizlik içinde yankılanan tek şey topuklu ayakkabılarımın çıkardığı seslerdi. Yere oturmak istedim. Eteğim çok dardı. Kulise yöneldim.
Sessizlik olunca, kem küt etti. “Görmek istiyorum seni,” dedi. Sesinde ne özür vardı ne izin. Uzun süre sustum. Sonunda: “Olur,” dedim. Olur. Çabucak söyledim, iç sesim “hayır” demeden, bir an evvel. Bu “olur” çok şeye eşlik edebilirdi.
Beni Şinasi Sahnesi’nin önünden alacak. Biraz vaktim var. İki prova arasındaki boşluk kadar. Sanki aradan üç yıl geçmemiş, dün beni aynı yerden almış, Kuğulu’da oturup saatlerce konuşmuşuz gibi. Eteğimi aceleyle çıkardım. Kırış kırış olmuş keten pantolonumu giydim. İçimdeki sesleri susturamıyordum.
“ Telefonumu nereden buldu acaba?” Numaram değişmişti..
Onunki bende yok, silmişim. Başlarda kendimi epey hırpaladım. Sonrasında ara ara aklıma düştü, o kadar. Öfkem de zamanla silinip gitti. Yaşamın yaşanmış olanı günden güne basitleştirmek gibi bir eğilimi var. “Bu da geçecek,” diyenler hep haklı. Yüzünü bile unuttum diyordum fakat neden bilmiyorum -belki de o yeşil, ılık ılık bakan gözleri yüzünden- telefonda konuşurken tüm ayrıntılarıyla gözümün önünde beliriverdi. Çenesi, dudakları, dişleri… Kaşları çatık gibi. Tanıştığımız gün, “Sen çok sinirli birisin galiba,” demiştim de kahkaha atmış, aynı anda tezimi çürütmüştü. Daha önce bu kadar içten gülebilen birine rastlamamıştım. Sesi tiz, şen; anında kahkahaya dönüşebilecek cinsten. Göründüğünden daha mutlu biri. Arkadaşlıkla sevgililik arasında bir yerdeydik o zamanlar. Çok mutluydum. Ondan beklediğim adımı bir türlü atmamıştı. Hatta birdenbire beni aramayı bıraktı, ortadan kayboldu. İtalya’ya gitmiş, yakın arkadaşı Ali söyledi. Kimseye söylememiş giderken.
Dudağımdaki kırmızı ruju sildim. Seren’den küpelerini istedim. “Sen o büstiyerle dışarı mı çıkacaksın? ” dedi. Cevap vermedim. Üzerime ceketimi alacaktım. Bu özen için kendime kızdım. Benden ses çıkmayınca küpeleri getirip kulağıma taktı. Daha önce bir ayrılık konuşması bile yapmamıştık. Onu birkaç kez aramıştım, açmayınca da aramayı bıraktım. Şimdi kalkıp bunca zaman sonra hiçbir şey olmamış gibi onunla görüşeceğim.
Neden net bir tavrım yok benim? Nefret ediyorum bu halimden. İnsanların hiç terddüt etmeden “hayır” demelerine, istekleri her neyse onun peşinden kendilerinden emin bir şekilde gitmelerine hep hayran oldum. Ben iki renk, iki kıyafet iki seçenek arasında kalıyorum hep. Böyle iki arada bir deredeyim. Yaptığım ya da yapmadığım şeylerin pişmanlığını yaşıyorum. Şimdi de aynı durumdayım. “Gitmezsem pişman olur muyum?”düşüncesiyle hazırlanıyorum.
Daha on beş dakika bile olmadan aradı. “Geldim, sokağın köşesinde bekliyorum,” dedi. Belki de benimle konuşurken de oradaydı. Emindi geleceğime. Beni iyi tanıyordu.
Yine aynı şen kahkahasıyla karşıladı beni. Merhaba, dedi. Sanki yıllardır böyle bir buluşmanın provasını yapmış gibi kendinden emin ne söyleyeceğini, nasıl davranacağını biliyor gibiydi. Değişmemişsin, dedi. Sen değişmişsin, dedim.Üzerinde her zaman giydiği o şık takım elbiselerinden biri yok. Hafif kirli bir sakal… Zayıflamış, saçı dökülmüş biraz da beyazlamış. Onu ilk kez sıradan bir tişörtle görüyorum. Elinde de tek dal gül… Uzattı. Aldım. Manasız geldi. Güldüm. Muhtemelen kırmızı ışıkta durduğunda çocuklar “Abi lütfen al,” diye eline tutuşturmuşlardı. O da merhametinden satın almıştı.
“İlk görüşte aşk demek,” dedim.
“ Efendim,”
“Tek dal kırmızı gülden bahsediyorum. İlk görüşte aşk, demek,” dedim.
Güldü.
“Seni ilk gördüğümde hissettim,” dedi.
“ Anlaman epey uzun sürmüş,” dedim.
Tekrar aynı kahkahayı attı. Yok, bu defaki biraz zorlamaydı.
“Sen ne kadar büyümüşsün.”
Cevabım yüzünden mi söyledi böyle, pek anlamadım. Bu defa ben güldüm. Gerçekten bu kadar sesli gülüşüme şaşırdım. Tanıştığımız gün geldi aklıma. “Çocuksun,” demişti. “E,” dedim “çocuğun ne kadar büyüdüğünü mü görmek istedin?” Arkadaşıkla sevgililik arasında gidip geldiğimiz o dönemler geçti gözümün önünden. Bir inat mıydı? Neyin inadıydı onu da unuttum gitti. “Hani gittiğimiz bir muhallebici vardı…”
“ Zeynel’den mi bahsediyorsun,” dedim.
“Evet,” dedi.
Arabayı çalıştırırken yüzüme baktı, “oraya gidelim mi,” diye sordu. “Olur,” dedim fark etmez.
İkimiz de konuşmaya çekiniyorduk. “Tiyatro nasıl gidiyor,” diye sordu. “İyi,” dedim. Kısa cevaplarımdan tatmin olmuyor beni konuşturmak istiyordu. “Yeni oyunun nasıl,” diye sordu bu kez. “Rolünden kısa bir bölüm rica etsem beni kırmazsın heralde,” dedi. Cevap vermeden oyunun öylesine bir yerinden girdim:
“Dolabında hiç giymideğin elbiseler vardır ya hani. Israrla orada olmalarını istersin de bir defacık olsun elini sürmezsin. Mesela benim en az giydiklerim genellikle büstiyerlerim ve mini eteklerimdir. Geçen gün evde kimse yokken birkaçını denedim, kendimi aynada izledim. Bacaklarımı, göğüslerimi, karnımı, elbisenin açıkta bıraktığı çıplaklığımı… Tuhaf mı buldun? Sen de bilinmeyi istemez miydin, tüm bedeninle tanınmayı. Öyle ruhen kalben, psikolojik olarak değil, saçının telinden topuğuna kadar tüm çıplaklığınla…”
“Ben senin dolabında hiç takmadığın bir kravat, giymediğin bir gömlek miyim?” dedim. “Bu soru da mı oyunda var,” dedi. “Yok dedim,” şimdi aklıma geldi. Birden ciddileşti. “Üç yıl oldu,” dedi. “Üç yıldır gömlek giymiyorum kravat da takmıyorum.” Üzerindeki tişörtü gösterdi. “Bunun farklı renklerini giyiyorum. Göğsümün altına kadar düğmeli olanlar tercihim, böylece çıkarmak zorunda kalmıyorum..” “Baya baya tarz değiştirmişsin, dedim.” Dalga geçtim. İçimdeki öfkeyi yeneli epey olmuştu. Hatta onu bir bayrak yapıp, gidip uzaklara da asmış; özgür bırakmıştım kalbimi. Görüştüğümüz dönem,” kendimi şirin bir mutfakta ona en sevdiğim incirli, tarçınlı, cevizli keki yaparken hayal etmiştim. Tam olarak hatırlamıyorum ama muhtemelen o hayale daha birçok şey eklemişimdir. Etrafıma çok çaktırmasam da yaşadığım şey kocaman bir hayal kırıklığıydı. Onu aramamak için bu acıdan kurtulmak adına saçma sapan çılgnılıkların içinde bulmuştum kendimi. Yeni tanıştığım bir arkadaş grubuyla-şu an hiçbiriyle görüşmüyorum- bisiklet turuna çıkmıştım. Belki de sadece kabullenmiştim gerçeği. Ve hüznümü ilk kez öfkemden soyarak yaşamıştım. Gerçekle acı arasındaki o anlaşmanın sonu, sessizlikmiş.
Onunla dalga geçtiğimi anlayınca sustu, gülümsedi. Kahkaları içine kaçmıştı. Böyle ansızın karşıma çıkıp kaldığı yerden devam etmeyi falan mı umuyor? Araba kullanmasına rağmen o an göz göze geldik. Gülümsedim.” İşte bu,” dedi. Ne dedim? “İşte bu gülüş.” Hafızamdakinin kopyası. “Birebir aslı hatta,” dedi. Beni etkilemeye mi çalışıyordu böyle, ne yapıyor tam anlamadım. O köprünün altından çok sular aktı. Bu defa özendiğim o net tavrı göstermeliyim. Kabalaşmadan da yapabilirim bunu. Sesimin titremesine mani olamadım. Biraz da ağlamaklı “ne istiyorsun benden söyler misin,” dedim. “Onun için geldim, madem acele ediyorsun söyleyeyim, dedi. “Acele etmek mi, dedim.” Heceleyerek üç yıl, kos-ko-ca üç yıl, dedim. Elimi aldı, sağ tarafında göğsünün biraz üzerine koydu. Beni sakinleştirmeye çalışıyor olmalı. Bir sertlik vardı. Buradan verdiler ilacı dedi. Derisinin altında bir şey vardı: Portmuş. Üç yıl önce kanser teşhisi konulduğunu ve geçirdiği tedavi sürecini anlattı. Şimdi iyiymiş. Sıradan bir şeyden bahseder gibi tepkisizdi. O konuşurken nefesimi tuttuğumu fark ettim. Uzun bir sessizlikten sonra “söyleyebilirdin,” dedim, yutkundum.
Telefonundan fotoğraflar gösterdi. Saçları dökülmüş, bir deri bir kemik kalmış o halini… Daha fazla tutamadım kendimi, ağladım. Belki terk edilmemiştim ama dışarıda bırakılmıştım. Öyle bir kapı kapanmıştı ki üzerime açılması imkansız, kilidi içerde. Kim bili neler yaşamıştı. Bu sürece beni dahil etmemesini anlamıştım. Adı konulmamış bir ilişkimiz vardı.
Böyle ağır bir hastalığın içinde başlamadan biteceğine kesin gözüyle bakmış olmalı. Etrafımdaki birçok insana yurt dışında olduğumu söyledim, dedi. Hatta başlarda anneme bile. “Seni hep özledim,” dedi. Ben de seni, dedim. Zeynel’de epey oturduk. Buraya defalarca onsuz gelip aynı masada oturduğumu, geçen yaz Roma’ya gittiğimi ona anlatmadım. Uzun uzun konuştuk. O gece hiç acı duymadan uyudum.
Kırıldı, hecelerine ayrıldı
Düşündü, zaten hiç onun olmamıştı.”
(Kalben)
Prova yeni bitmişti. Hala sahnedeydim. Kostümüm üzerimdeydi. Telefonum çaldı. Çantamı sahnenin kenarına atıvermiştim. Karanlıkta el yordamıyla buldum. Kayıtlı bir numara değildi. Açıp açmamak konusunda kısa bir tereddüt yaşadım. Sonunda merakıma yenildim. “Benim,” dedi Mete; adını unutmuşum gibi. Sonra, ani bir tepki vereceğimi düşünmüş olmalı: “Kapatma lütfen,” dedi. “Peki,” der gibi başımla onu onayladım. Sanki beni görebilecek. Nefesim değişir gibi oldu. Bir süre sustum. Salon bomboştu. Sessizlik içinde yankılanan tek şey topuklu ayakkabılarımın çıkardığı seslerdi. Yere oturmak istedim. Eteğim çok dardı. Kulise yöneldim.
Sessizlik olunca, kem küt etti. “Görmek istiyorum seni,” dedi. Sesinde ne özür vardı ne izin. Uzun süre sustum. Sonunda: “Olur,” dedim. Olur. Çabucak söyledim, iç sesim “hayır” demeden, bir an evvel. Bu “olur” çok şeye eşlik edebilirdi.
Beni Şinasi Sahnesi’nin önünden alacak. Biraz vaktim var. İki prova arasındaki boşluk kadar. Sanki aradan üç yıl geçmemiş, dün beni aynı yerden almış, Kuğulu’da oturup saatlerce konuşmuşuz gibi. Eteğimi aceleyle çıkardım. Kırış kırış olmuş keten pantolonumu giydim. İçimdeki sesleri susturamıyordum.
“ Telefonumu nereden buldu acaba?” Numaram değişmişti..
Onunki bende yok, silmişim. Başlarda kendimi epey hırpaladım. Sonrasında ara ara aklıma düştü, o kadar. Öfkem de zamanla silinip gitti. Yaşamın yaşanmış olanı günden güne basitleştirmek gibi bir eğilimi var. “Bu da geçecek,” diyenler hep haklı. Yüzünü bile unuttum diyordum fakat neden bilmiyorum -belki de o yeşil, ılık ılık bakan gözleri yüzünden- telefonda konuşurken tüm ayrıntılarıyla gözümün önünde beliriverdi. Çenesi, dudakları, dişleri… Kaşları çatık gibi. Tanıştığımız gün, “Sen çok sinirli birisin galiba,” demiştim de kahkaha atmış, aynı anda tezimi çürütmüştü. Daha önce bu kadar içten gülebilen birine rastlamamıştım. Sesi tiz, şen; anında kahkahaya dönüşebilecek cinsten. Göründüğünden daha mutlu biri. Arkadaşlıkla sevgililik arasında bir yerdeydik o zamanlar. Çok mutluydum. Ondan beklediğim adımı bir türlü atmamıştı. Hatta birdenbire beni aramayı bıraktı, ortadan kayboldu. İtalya’ya gitmiş, yakın arkadaşı Ali söyledi. Kimseye söylememiş giderken.
Dudağımdaki kırmızı ruju sildim. Seren’den küpelerini istedim. “Sen o büstiyerle dışarı mı çıkacaksın? ” dedi. Cevap vermedim. Üzerime ceketimi alacaktım. Bu özen için kendime kızdım. Benden ses çıkmayınca küpeleri getirip kulağıma taktı. Daha önce bir ayrılık konuşması bile yapmamıştık. Onu birkaç kez aramıştım, açmayınca da aramayı bıraktım. Şimdi kalkıp bunca zaman sonra hiçbir şey olmamış gibi onunla görüşeceğim.
Neden net bir tavrım yok benim? Nefret ediyorum bu halimden. İnsanların hiç terddüt etmeden “hayır” demelerine, istekleri her neyse onun peşinden kendilerinden emin bir şekilde gitmelerine hep hayran oldum. Ben iki renk, iki kıyafet iki seçenek arasında kalıyorum hep. Böyle iki arada bir deredeyim. Yaptığım ya da yapmadığım şeylerin pişmanlığını yaşıyorum. Şimdi de aynı durumdayım. “Gitmezsem pişman olur muyum?”düşüncesiyle hazırlanıyorum.
Daha on beş dakika bile olmadan aradı. “Geldim, sokağın köşesinde bekliyorum,” dedi. Belki de benimle konuşurken de oradaydı. Emindi geleceğime. Beni iyi tanıyordu.
Yine aynı şen kahkahasıyla karşıladı beni. Merhaba, dedi. Sanki yıllardır böyle bir buluşmanın provasını yapmış gibi kendinden emin ne söyleyeceğini, nasıl davranacağını biliyor gibiydi. Değişmemişsin, dedi. Sen değişmişsin, dedim.Üzerinde her zaman giydiği o şık takım elbiselerinden biri yok. Hafif kirli bir sakal… Zayıflamış, saçı dökülmüş biraz da beyazlamış. Onu ilk kez sıradan bir tişörtle görüyorum. Elinde de tek dal gül… Uzattı. Aldım. Manasız geldi. Güldüm. Muhtemelen kırmızı ışıkta durduğunda çocuklar “Abi lütfen al,” diye eline tutuşturmuşlardı. O da merhametinden satın almıştı.
“İlk görüşte aşk demek,” dedim.
“ Efendim,”
“Tek dal kırmızı gülden bahsediyorum. İlk görüşte aşk, demek,” dedim.
Güldü.
“Seni ilk gördüğümde hissettim,” dedi.
“ Anlaman epey uzun sürmüş,” dedim.
Tekrar aynı kahkahayı attı. Yok, bu defaki biraz zorlamaydı.
“Sen ne kadar büyümüşsün.”
Cevabım yüzünden mi söyledi böyle, pek anlamadım. Bu defa ben güldüm. Gerçekten bu kadar sesli gülüşüme şaşırdım. Tanıştığımız gün geldi aklıma. “Çocuksun,” demişti. “E,” dedim “çocuğun ne kadar büyüdüğünü mü görmek istedin?” Arkadaşıkla sevgililik arasında gidip geldiğimiz o dönemler geçti gözümün önünden. Bir inat mıydı? Neyin inadıydı onu da unuttum gitti. “Hani gittiğimiz bir muhallebici vardı…”
“ Zeynel’den mi bahsediyorsun,” dedim.
“Evet,” dedi.
Arabayı çalıştırırken yüzüme baktı, “oraya gidelim mi,” diye sordu. “Olur,” dedim fark etmez.
İkimiz de konuşmaya çekiniyorduk. “Tiyatro nasıl gidiyor,” diye sordu. “İyi,” dedim. Kısa cevaplarımdan tatmin olmuyor beni konuşturmak istiyordu. “Yeni oyunun nasıl,” diye sordu bu kez. “Rolünden kısa bir bölüm rica etsem beni kırmazsın heralde,” dedi. Cevap vermeden oyunun öylesine bir yerinden girdim:
“Dolabında hiç giymideğin elbiseler vardır ya hani. Israrla orada olmalarını istersin de bir defacık olsun elini sürmezsin. Mesela benim en az giydiklerim genellikle büstiyerlerim ve mini eteklerimdir. Geçen gün evde kimse yokken birkaçını denedim, kendimi aynada izledim. Bacaklarımı, göğüslerimi, karnımı, elbisenin açıkta bıraktığı çıplaklığımı… Tuhaf mı buldun? Sen de bilinmeyi istemez miydin, tüm bedeninle tanınmayı. Öyle ruhen kalben, psikolojik olarak değil, saçının telinden topuğuna kadar tüm çıplaklığınla…”
“Ben senin dolabında hiç takmadığın bir kravat, giymediğin bir gömlek miyim?” dedim. “Bu soru da mı oyunda var,” dedi. “Yok dedim,” şimdi aklıma geldi. Birden ciddileşti. “Üç yıl oldu,” dedi. “Üç yıldır gömlek giymiyorum kravat da takmıyorum.” Üzerindeki tişörtü gösterdi. “Bunun farklı renklerini giyiyorum. Göğsümün altına kadar düğmeli olanlar tercihim, böylece çıkarmak zorunda kalmıyorum..” “Baya baya tarz değiştirmişsin, dedim.” Dalga geçtim. İçimdeki öfkeyi yeneli epey olmuştu. Hatta onu bir bayrak yapıp, gidip uzaklara da asmış; özgür bırakmıştım kalbimi. Görüştüğümüz dönem,” kendimi şirin bir mutfakta ona en sevdiğim incirli, tarçınlı, cevizli keki yaparken hayal etmiştim. Tam olarak hatırlamıyorum ama muhtemelen o hayale daha birçok şey eklemişimdir. Etrafıma çok çaktırmasam da yaşadığım şey kocaman bir hayal kırıklığıydı. Onu aramamak için bu acıdan kurtulmak adına saçma sapan çılgnılıkların içinde bulmuştum kendimi. Yeni tanıştığım bir arkadaş grubuyla-şu an hiçbiriyle görüşmüyorum- bisiklet turuna çıkmıştım. Belki de sadece kabullenmiştim gerçeği. Ve hüznümü ilk kez öfkemden soyarak yaşamıştım. Gerçekle acı arasındaki o anlaşmanın sonu, sessizlikmiş.
Onunla dalga geçtiğimi anlayınca sustu, gülümsedi. Kahkaları içine kaçmıştı. Böyle ansızın karşıma çıkıp kaldığı yerden devam etmeyi falan mı umuyor? Araba kullanmasına rağmen o an göz göze geldik. Gülümsedim.” İşte bu,” dedi. Ne dedim? “İşte bu gülüş.” Hafızamdakinin kopyası. “Birebir aslı hatta,” dedi. Beni etkilemeye mi çalışıyordu böyle, ne yapıyor tam anlamadım. O köprünün altından çok sular aktı. Bu defa özendiğim o net tavrı göstermeliyim. Kabalaşmadan da yapabilirim bunu. Sesimin titremesine mani olamadım. Biraz da ağlamaklı “ne istiyorsun benden söyler misin,” dedim. “Onun için geldim, madem acele ediyorsun söyleyeyim, dedi. “Acele etmek mi, dedim.” Heceleyerek üç yıl, kos-ko-ca üç yıl, dedim. Elimi aldı, sağ tarafında göğsünün biraz üzerine koydu. Beni sakinleştirmeye çalışıyor olmalı. Bir sertlik vardı. Buradan verdiler ilacı dedi. Derisinin altında bir şey vardı: Portmuş. Üç yıl önce kanser teşhisi konulduğunu ve geçirdiği tedavi sürecini anlattı. Şimdi iyiymiş. Sıradan bir şeyden bahseder gibi tepkisizdi. O konuşurken nefesimi tuttuğumu fark ettim. Uzun bir sessizlikten sonra “söyleyebilirdin,” dedim, yutkundum.
Telefonundan fotoğraflar gösterdi. Saçları dökülmüş, bir deri bir kemik kalmış o halini… Daha fazla tutamadım kendimi, ağladım. Belki terk edilmemiştim ama dışarıda bırakılmıştım. Öyle bir kapı kapanmıştı ki üzerime açılması imkansız, kilidi içerde. Kim bili neler yaşamıştı. Bu sürece beni dahil etmemesini anlamıştım. Adı konulmamış bir ilişkimiz vardı.
Böyle ağır bir hastalığın içinde başlamadan biteceğine kesin gözüyle bakmış olmalı. Etrafımdaki birçok insana yurt dışında olduğumu söyledim, dedi. Hatta başlarda anneme bile. “Seni hep özledim,” dedi. Ben de seni, dedim. Zeynel’de epey oturduk. Buraya defalarca onsuz gelip aynı masada oturduğumu, geçen yaz Roma’ya gittiğimi ona anlatmadım. Uzun uzun konuştuk. O gece hiç acı duymadan uyudum.