- Katılım
- 11 Ağu 2025
- Mesajlar
- 516
- Tepkime puanı
- 24
- Puanları
- 18
Öğlen olmuş, boğucu sıcaklar iyice bastırmıştı; zaman geçmiyor, sanki durmak ister gibi yavaşça ilerliyordu. Fecri nihayet gözünü açtığında saat bire gelmek üzereydi. Nerede olduğunu bilmeyenlere has bir şaşkınlıkla etrafına bakındığında, Derya’nın başını hafifçe eğmiş, kendine acıyan gözlerle baktığını gördü. Fecri’nin şaşkınlığı uzun sürmemiş; nerede, ne halde olduğunu ve dün gece neler yaşandığını çoktan anlamıştı. Gözlerini tekrar, ama bu sefer büyük bir pişmanlıkla kapattı; duyduğu utancı tarif edebilecek gücü kendinde bulamıyordu. Derya, kocasının her geçen gün aldığı ağır yaralara ve giderek yıpranışına üzülüyordu. Fecri ne zaman yeni bir maça çıkacağı haberini getirse, Derya’nın yüreği titrer; maç günü gelip çatana kadar heyecanından, korkusundan yerinde duramazdı. Her böyle olduğunda karı koca hummalı bir tartışmanın içerisine girer; Fecri, binbir türlü açıklamayla Derya’nın endişelerini gidermeye çalışır ama başaramazdı.
Bu maçtan önce de yine aynısı olmuş, çift yine bitmek bilmeyen tartışmalarından birine tutuşmuşlardı. Fecri her seferinde olduğu gibi bu maçının da son olacağını, artık emekli olma vaktinin geldiğini söylese de karısı, onun bunları gerçekten içinden gelerek söylemediğini iyi biliyordu. Kocasını daha genç bir delikanlıyken tanımıştı, o zamandan beri değişmeyen tek şey Fecri’nin boksa olan tutkusuydu. Konusu her açıldığında gözlerinin parladığını görür, ileride kocası olacak bu adamın saatlerce bir çocuk gibi sevdiği şeyde özel gördüğü noktaları anlatışını dinlerdi. Aslında başlarda Derya bokstan çok da hoşlanmıyordu. Fecri yine aynı şeylerden bahsetmeye başladığında Derya’nın sıkılır gibi olduğunu görür görmez, “Boks düşündüğün gibi sadece şiddetten ibaret bir şey değil. Bir kere bu sanatın en eski formlarından biri, göreceksin sen de seveceksin,” derdi. Gerçekten zaman geçtikçe tıpkı Fecri’nin söylediği gibi ısınmaya başlamıştı. Yine de ne kadar zaman geçerse geçsin âşık olduğu adamın zarar görecek olmasına duyduğu endişelerine bir türlü hâkim olamıyordu.
Derya, kocasının çıktığı maçları kazanmış ya da kaybetmiş olmasına bakmıyordu. Otuz sekiz yaşına gelmiş hayat arkadaşının kendisini böylesine ağır antrenmanlara ve diyetlere sokmaya devam etmesine can sıkıyordu. Üstelik tek sorun Fecri’nin yaşı da değildi; ocak ayında çıktığı karşılaşması çok ağır geçmiş, nakavt olmasa da on iki raunt boyunca karısına ecel terleri döktürmüştü. Karşılaşma bitip sıra ringden ayrılmaya geldiğinde, Fecri’nin hareket etmeye mecali kalmamıştı. Hemen ardından, soluğu bugün olduğu gibi hastanede aldıklarında doktorlar, şiddetli beyin sarsıntısı sebebiyle Fecri’yi yirmi dört saatlik bir gözetime mecbur bırakmışlardı. Her şey bunlarla da sınırlı kalmıyordu; art arda gelen beşinci yenilgiyle beraber kocasının hem fiziksel hem de psikolojik yıkılışını an be an seyredişi, Derya’nın endişelerini daha da arttırıyordu. Ona artık durması gerektiğini defalarca söylemiş olsa da kocasına bir türlü söz geçiremiyordu.
Kariyerinin sonuna çoktan gelmiş olan Fecri, elinde hiçbir şeyi kalmamış biçarelerden farksızdı; boksu hayatından çıkarması, elinde avucunda kalan her şeyin ondan alınması demekti.
Çocukken televizyon karşısında, sırtında kırmızılı beyazlı Gazi yazısıyla dövüşen adama duyduğu hayranlığı hala ilk günkü gibi tazeydi. Şimdi her şeyi bir kenara bırakıp eldivenlerini ringin ortasına koymayı aklının ucuna bile getirmiyordu. Onun durmaya niyeti olmasa da boks onu çoktan bırakmıştı.
Kondisyonu eskisi gibi değildi; on iki raundu çıkarmakta fazlasıyla zorlanıyordu, o çok güvendiği refleksleri güvenini boşa çıkarmaya başlamış, yumruklara her zamankinden daha fazla yakalanır olmuştu. Ayak oyunları yerini adımlamalara bırakmış, kollarındaki nakavt gücü, kariyerinin başındaki patlayıcılıktan çok uzaklaşmıştı.
Derya, neler hissettiğini çok iyi bildiği kocasının hastane yatağından sarkan elini kendi elleri arasına alıp öpmeye başladı. Gözlerini kapatmış, zihninde verdiği savaşla meşgul olan Fecri, ellerinde hissettiği sıcaklıkla tekrar uyandı. Derya, zorla açılmış bu gözlerde derin bir keder gördü. Tüm olanların farkında ama elinden değiştirmek için hiçbir şey gelmeyen birinin gözleriydi bu. Acılı kadının boğazında, ne kadar yutkunursa yutkunsun geçmeyen bir düğüm vardı. Bir süre kimseden ses çıkmadı; ikisi de ne diyeceklerini, nasıl hareket edeceklerini bilemez bir haldeydiler.
Tüm odayı kaplayan bu sessizliği bozan doktor olmuştu. Avni Bey, karşısındaki tablonun tam anlamıyla bir zıttı gibiydi; yaşı Fecri’den ileri olsa da yüzü sağlıktan parlıyordu. Omzuna kadar uzattığı ak saçları, yeni tıraş edilmiş sakalları ve pek özenli giyimiyle bakan herkeste sinir bozan bir tat bırakıyordu.
Odaya girdiğinde meraklı gözlerle, ağzından çıkacak en ufak sözü bekleyen Derya’yı gördü. Kadıncağızın durumu da en az yanı başında yatan kocası kadar kötüydü. Uzatmadan lafa girdi, “Altı ay önce yine aynı sebepten müşahede altına alınmışsınız. Fecri bey, sizinle açık konuşacağım, bu şekilde devam etmeniz halinde ciddi birtakım kararlar almak zorunda kalabilirsiniz.” Doktorun sesi oldukça netti. Bir süre, yattığı yerden cevap vermeden öylece tavanı izleyen Fecri’ye baktıktan sonra, “Siz de oldukça solgun görünüyorsunuz,” dedi. Derya kısık bir sesle ancak, “Hamileliğim zor geçiyor ama… önemli değil. Fecri iyileşsin yeter.” diyebildi.
Doktor durumun ne kadar ciddi olduğunu hangi sözlerle, hangi güzel telaffuzlarla açıklarsa açıklasın, Fecri bu B vitamini kokan, her yanı bembeyaz, duygusuz odada değil başka bir yerdeydi; sislerle kaplanmış zihni Avni Bey’in tek bir sözcüğünü bile duymamıştı. Ne kadar bedbaht olduğunu düşündü önce; elinden hiçbir iş gelmemesine, çok sevdiği, büyük bir tutkuyla bağlı olduğu bokstan da ümidi kesmek zorunda kalışına kahroluyordu. Birçok güzellik yaşatmak istediği karısına karşı ne büyük utanç duyuyordu; onun kendisini böyle perişan, böyle yenilmiş bir halde görmemesi için neler vermezdi.
En kötüsü de artık bu olanların önüne geçilemeyecek oluşuydu. Fecri, derin bir acı hissetti yüreğinde; suratındaki şişliklerden, beynindeki sarsıntıdan daha şiddetliydi bu acı. Üstelik doğru bakımla ya da biraz zamanla geçecek bir şey değildi; öyle sanıyordu ki artık bu yenilmişliğin, çaresizliğin üstesinden bir daha gelemezdi.
Son karşılaşmasının üzerinden neredeyse bir ay geçmişti; sokaklarda başı öne eğik, büyük bir kederle yürüyordu. Hiç âdeti olmadığı halde, bu bir ay içerisinde salona bir kez bile uğramamıştı. İçinde sindiremediği, ağırlığını üzerinden bir türlü atamadığı o ezilmişlikle mücadele etmekten başka bir şey yapmıyordu. Günleri Derya’dan kaçmakla geçiyor, evden bir an önce çıkmanın yollarını arıyordu. Yine buna benzer bir günde, sabah erkenden telefonunu bile almayı akıl edemeden evden ayrılmış, tüm gün ortadan kaybolmuştu. İçindekileri atacağı, haykıracağı bir yer arıyordu. Sarı ışıklı, taşlı yollarda bitkin bir vaziyette yürürken annesi geldi aklına. Ne kadar perişan olursa olsun annesi onu bir şekilde düştüğü yerden kaldırmasını bilirdi. Şimdiyse karısının karşısında defalarca yenilmiş, elinde avucunda ne varsa kaybetmiş bir adamdı ama yanında onu kollarından tutup kaldırabilecek birisi yoktu, pişmanlığı, kederi öylesine büyüktü ki en büyük destekçisi, her an yanında olan karısını unutmuştu. Zihninde bu düşüncelerle yolunu olduğu gibi değiştirip Kökleme Mezarlığı’na gitti.
Tüm gün orada kalıp, gözlerinde yaşlar kalmayana kadar ağladı. İçindekileri bir bir sayıp döktükten sonra kendini daha iyi hissedeceğine dair bir inancı vardı; nitekim öyle olmadı, yüreğindeki burukluk geçmemişti. Kendisini hâlâ acı içerisinde hissediyordu; onca yumruk yemesine rağmen tarif edemediği bu acı, hissettiği tüm acılardan daha yaralayıcıydı.
Zihninde, girdiği her mücadeleyi, kollarıyla oynadığı üç dakikalık satrancın her saniyesini tek tek yeniden canlandırdı. Her seferinde rakipleri değişiyor, başına gelenler değişiyor, sonuçlar değişiyor ama maç bitip kendini atıp huzur bulduğu kollar değişmiyordu. O gün ringde neler olursa olsun, neler yaparsa yapsın sonucunda kimin eli kaldırılırsa kaldırılsın Derya daima onun için orada oluyordu. Sonra karısının da tıpkı onun gibi ama ringin dışında dövüştüğünü anladı. Yüreği, ezilmişliğinin üstüne bir de en büyük sığınağından kaçmanın utancıyla sızladı. Az önce sonu geldiğini düşündüğü yaşları şimdi tekrar gözlerindeydi. Mezarlığın kuru toprağını birbiri ardına akıttığı yaşlarıyla suluyor, içinden çıkamadığı acılarından bir şekilde kurtulmayı diliyordu.
Bir an için kendisini yeniden Derya’nın kollarında hayal etti; boş yere kaçtığı karısının sıcaklığını şiddetle istediğini, dahası asıl ihtiyacının bu olduğunu fark etti. Kaçıp durduğu yere büyük bir özlem duyuyordu şimdi. Günlerdir sırf kendisine değil karısına da çektirdiği eziyeti şu an anlayabilmişti. Kendisini bu utanç çukurundan çekip çıkarmaya hazır bekleyen karısından ne diye kaçıp duruyordu. Utancı daha da büyümüştü ama bu sefer kaçmak değil her şeyi düzeltmek, karısının kollarında ağlamak, ondan af dilemek, ona sığınmak istiyordu.
Ellerini yalvarırcasına yasladığı soğuk mermerden kaldırdığında, çoktan gün doğmak üzereydi. Boynu bükük yürüdüğü yolları şimdi, kurtuluşu olduğuna inandığı eşine gidebilmek için hızla yürüyordu. Fecri, tan vakti ayrılmıştı servi ağaçlarının sıralandığı mezarlıktan.
Attığı her adımda karısına dileyeceği özrü düşünüyor, bir şekilde kendini affettirmenin yollarını arıyordu. Bir an önce varabilmek için olanca gücüyle koşuyordu. Geçtiği her evle birlikte yüreğinin çarpıntısı biraz daha artıyor, arttıkça daha hızlı koşuyordu. Koca bir gün ortalıktan kaybolmuş, üstelik telefonunu da yanına almamıştı, şimdi tüm derdi af değil kendini nasıl açıklayacağıydı. Karısının solgun yüzü geldi aklına, büyümüş karnını düşündü. Zihni bir güzellik gösterirken bir de ne diyeceğinin kaygısıyla kaynıyordu. Giriş kapısına geldiğinde hava çoktan aydınlanmıştı. Alelacele hem zile basmış hem de kapıya vurmuştu ama kapı bir türlü açılmıyordu. Önce uyuyor olabileceğini düşündü, birkaç kez daha vurdu kapıya. Yine açan olmamıştı. İçine ince bir huzursuzluk çökmüş eli ayağına dolanmıştı. Tekrar hem zile basıp hem kapıya vurdu, hiç ses yoktu. Etrafına bakınıp telaşla ne yapacağını düşünürken en sonunda aklına ayakkabılığın en altına koydukları yedek anahtar geldi. Neyse ki anahtar yerli yerindeydi. Elleri titreyerek kapıyı açtığında, “Hayatım!?” diyebildi. Evde koca bir sessizlik hakimdi. Bütün odaları dolaşması saniyeler sürmüş ama kimseyi bulamamıştı.
İçindeki huzursuzluk öyle büyümüştü ki bir süredir çalan telefonunun sesini fark etmesi hayli zaman almıştı. Bir hışımla koşmuş, arayanın kim olduğuna bile bakmadan “Derya, sen misin?” demişti.
Telefondaki ses Derya’nın değildi. Onlarca aramanın ardından ancak ulaşabilmiş olan babasıydı. Fecri durmadan Derya’yı soruyor, babasını bir türlü dinlemiyordu. Yaşlı adam, Derya’nın doğuma alındığını ağlayarak haber verdi. Fecri’nin adeta ruhu çekilmişti, sesinde hiçbir can kalmamış ne diyeceğini bilememişti. Son bir çabayla hangi hastanede olduklarını öğrenip evin dışına çıktığında hala daha kendine gelebilmiş değildi.
Yoldan geçen ilk taksiyi durdurup telaş içerisinde hastaneye gideceğini söylerken aklında yalnızca karısı vardı. Derya kaç kez tek başına kontrole gitmek zorunda kalmış, kaç kez alışverişe gidip elinde ağır poşetlerle yalnız eve dönmüştü. Kaç gece yemek masasında onu beklemiş, kaç gece salondaki koltukta uyuyakalmıştı. Taksiciye sürekli daha hızlı gitmesini söylerken, karısının kahvaltı yaptıkları sırada, “bir oğlumuz olacak, dediğini hatırladı. Derya’nın yüzünde zoraki gülümsemesi dışında hiçbir hareketlilik yoktu, hamileliğinin beşinci ayına çoktan girmiş cinsiyeti öğreneli epey olmuş ama Fecri merak edip sormamıştı bile.
Karısını gururlandırmayı, ona başarabildiğini göstermeyi o kadar takıntı haline getirmişti ki ihtiyacı olduğunda yanında olmayı unutmuştu. Derya’nın tüm hamileliği boyunca başını bir kez karnına yaslayıp oğlunun sesini dinlememiş, ona bir kez olsun sesini duyar umuduyla bir şeyler anlatmamıştı. Oysa Fecri dönüp ardına her baktığında Derya’yı bulmuyor muydu? Bunca zamandır düştüğünde onu kaldıran karısı, çok sevdiği eşi değil miydi? Onca şeye karşılık Fecri sırf onun gözlerinde kendi mağlup yansımasını görmemek için uğraşmıştı. Şimdi ruhunu bir mengene gibi sıkıştıran şey yaşadığı başarısızlıkları, mağlubiyetleri ya da acizliği değil, kalbini kor bir alev gibi yakan geç kalmışlığıydı. Çocukluğundan beri hayalini kurduğu o ışıltılı kemerlerin, şampiyonlukların, hayranı olduğu adama benzemenin artık hiçbir değeri yoktu. Bu değersiz ve önemini yitirmiş şeyleri istemeyerek de olsa karısına tercih etmiş olmanın pişmanlığı yumrukların en ağırıydı. Zihninde kurduğu mahkeme her geçen dakika daha da katlanılmaz oluyordu.
Hüküm giymediği suç kalmamıştı. Canını en çok sıkan şey hiçbiri için elinden bir şey gelmemesiydi. Bunların hiçbirini yapmamış olsaydı belki de karısının ellerinden tutarak, ona destek olarak acılarını hafifletebilirdi. Ama o kaçmayı, utancını ve yenilmişliğini ondan uzaklaşarak temizlemeyi tercih etmişti. Şimdi karısına yaşatmak istediği her güzelliği ve gururu yaşatsa yine de bu yaptığının altından kalkamazdı. Bir şekilde her şeyi değiştirebilecek kuvveti kendinde bulabilse hayalini kurduğu her şeyden, uğruna hayatını adadığı ne varsa hepsinden vazgeçmeye hazırdı. Karısının çektiği yalnızlığı yok edebilmek için neler vermezdi ama artık her şey için çok geçti. Hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini biliyordu ama şimdi zihnindeki tek şey, gider gitmez karısının kollarına yapışacak ve bir daha bırakmayacak oluşuydu. Bu sefer her zamankinden daha sıkı tutacaktı o elleri.
Hastanenin koridorları hastasının yanında bekleyen yorgun insanlarla, acıdan kıvranarak derman arayanlarla doluydu. Her birini tek tek geçip karısının adını verip hangi odada olduğunu telaşla sordu. Merdivenleri koşar adımla çıkıp söylenen odayı buldu. Kapının önünde kimsenin olmadığını gördüğünde kalbi birden hızla atmaya başlamıştı. Korkarak da olsa odaya girdi.
Babası, kaynanası, kayınbabası, kayınbiraderiyle birkaç arkadaşı hepsi beraber oradaydı. Derya hastane yatağında yorgun olduğu belli bir şekilde yatıyor, bir eliyle de yanındaki beşiğe uzanmaya çalışıyordu. Fecri odaya girdiğinde herkes dönüp ona bakarken bile Derya oğluna bakıyordu. Kimseye bakmadan hatta yeni doğan çocuğuna bile bakmadan karısının yanına diz çöküp sol elini ellerinin arasına alarak ağlamaya başladı. Derya kocasının geldiğini ancak şimdi anlayabilmişti, saçı dağınık alnındaysa boncuk boncuk teriyle Fecri’nin gözünde her zamankinden daha bir güzeldi. Oğluna uzattığı elini kocasının kısa saçları arasına daldırdı, artık ikisi de ağlıyordu. Derya’nın gözleri parlıyor ama ağzından hiçbir sözcük çıkmıyordu. Fecri yüzlerce öpücük kondurduğu eşinin kollarını bırakıp ayağa kalktı. Derya onu ayağa kalkmış görünce elini sıkıca kavradı, sesinde kucaklayıcı bir yumuşaklık, huzur veren bir tını vardı, “Geleceğini biliyordum,” dedi. Fecri, Sinan’ı kucağına aldığında kulaklarında yankılanan bir gong sesi duydu. Hayatının en zor raundu şimdi başlıyordu…
Bu maçtan önce de yine aynısı olmuş, çift yine bitmek bilmeyen tartışmalarından birine tutuşmuşlardı. Fecri her seferinde olduğu gibi bu maçının da son olacağını, artık emekli olma vaktinin geldiğini söylese de karısı, onun bunları gerçekten içinden gelerek söylemediğini iyi biliyordu. Kocasını daha genç bir delikanlıyken tanımıştı, o zamandan beri değişmeyen tek şey Fecri’nin boksa olan tutkusuydu. Konusu her açıldığında gözlerinin parladığını görür, ileride kocası olacak bu adamın saatlerce bir çocuk gibi sevdiği şeyde özel gördüğü noktaları anlatışını dinlerdi. Aslında başlarda Derya bokstan çok da hoşlanmıyordu. Fecri yine aynı şeylerden bahsetmeye başladığında Derya’nın sıkılır gibi olduğunu görür görmez, “Boks düşündüğün gibi sadece şiddetten ibaret bir şey değil. Bir kere bu sanatın en eski formlarından biri, göreceksin sen de seveceksin,” derdi. Gerçekten zaman geçtikçe tıpkı Fecri’nin söylediği gibi ısınmaya başlamıştı. Yine de ne kadar zaman geçerse geçsin âşık olduğu adamın zarar görecek olmasına duyduğu endişelerine bir türlü hâkim olamıyordu.
Derya, kocasının çıktığı maçları kazanmış ya da kaybetmiş olmasına bakmıyordu. Otuz sekiz yaşına gelmiş hayat arkadaşının kendisini böylesine ağır antrenmanlara ve diyetlere sokmaya devam etmesine can sıkıyordu. Üstelik tek sorun Fecri’nin yaşı da değildi; ocak ayında çıktığı karşılaşması çok ağır geçmiş, nakavt olmasa da on iki raunt boyunca karısına ecel terleri döktürmüştü. Karşılaşma bitip sıra ringden ayrılmaya geldiğinde, Fecri’nin hareket etmeye mecali kalmamıştı. Hemen ardından, soluğu bugün olduğu gibi hastanede aldıklarında doktorlar, şiddetli beyin sarsıntısı sebebiyle Fecri’yi yirmi dört saatlik bir gözetime mecbur bırakmışlardı. Her şey bunlarla da sınırlı kalmıyordu; art arda gelen beşinci yenilgiyle beraber kocasının hem fiziksel hem de psikolojik yıkılışını an be an seyredişi, Derya’nın endişelerini daha da arttırıyordu. Ona artık durması gerektiğini defalarca söylemiş olsa da kocasına bir türlü söz geçiremiyordu.
Kariyerinin sonuna çoktan gelmiş olan Fecri, elinde hiçbir şeyi kalmamış biçarelerden farksızdı; boksu hayatından çıkarması, elinde avucunda kalan her şeyin ondan alınması demekti.
Çocukken televizyon karşısında, sırtında kırmızılı beyazlı Gazi yazısıyla dövüşen adama duyduğu hayranlığı hala ilk günkü gibi tazeydi. Şimdi her şeyi bir kenara bırakıp eldivenlerini ringin ortasına koymayı aklının ucuna bile getirmiyordu. Onun durmaya niyeti olmasa da boks onu çoktan bırakmıştı.
Kondisyonu eskisi gibi değildi; on iki raundu çıkarmakta fazlasıyla zorlanıyordu, o çok güvendiği refleksleri güvenini boşa çıkarmaya başlamış, yumruklara her zamankinden daha fazla yakalanır olmuştu. Ayak oyunları yerini adımlamalara bırakmış, kollarındaki nakavt gücü, kariyerinin başındaki patlayıcılıktan çok uzaklaşmıştı.
Derya, neler hissettiğini çok iyi bildiği kocasının hastane yatağından sarkan elini kendi elleri arasına alıp öpmeye başladı. Gözlerini kapatmış, zihninde verdiği savaşla meşgul olan Fecri, ellerinde hissettiği sıcaklıkla tekrar uyandı. Derya, zorla açılmış bu gözlerde derin bir keder gördü. Tüm olanların farkında ama elinden değiştirmek için hiçbir şey gelmeyen birinin gözleriydi bu. Acılı kadının boğazında, ne kadar yutkunursa yutkunsun geçmeyen bir düğüm vardı. Bir süre kimseden ses çıkmadı; ikisi de ne diyeceklerini, nasıl hareket edeceklerini bilemez bir haldeydiler.
Tüm odayı kaplayan bu sessizliği bozan doktor olmuştu. Avni Bey, karşısındaki tablonun tam anlamıyla bir zıttı gibiydi; yaşı Fecri’den ileri olsa da yüzü sağlıktan parlıyordu. Omzuna kadar uzattığı ak saçları, yeni tıraş edilmiş sakalları ve pek özenli giyimiyle bakan herkeste sinir bozan bir tat bırakıyordu.
Odaya girdiğinde meraklı gözlerle, ağzından çıkacak en ufak sözü bekleyen Derya’yı gördü. Kadıncağızın durumu da en az yanı başında yatan kocası kadar kötüydü. Uzatmadan lafa girdi, “Altı ay önce yine aynı sebepten müşahede altına alınmışsınız. Fecri bey, sizinle açık konuşacağım, bu şekilde devam etmeniz halinde ciddi birtakım kararlar almak zorunda kalabilirsiniz.” Doktorun sesi oldukça netti. Bir süre, yattığı yerden cevap vermeden öylece tavanı izleyen Fecri’ye baktıktan sonra, “Siz de oldukça solgun görünüyorsunuz,” dedi. Derya kısık bir sesle ancak, “Hamileliğim zor geçiyor ama… önemli değil. Fecri iyileşsin yeter.” diyebildi.
Doktor durumun ne kadar ciddi olduğunu hangi sözlerle, hangi güzel telaffuzlarla açıklarsa açıklasın, Fecri bu B vitamini kokan, her yanı bembeyaz, duygusuz odada değil başka bir yerdeydi; sislerle kaplanmış zihni Avni Bey’in tek bir sözcüğünü bile duymamıştı. Ne kadar bedbaht olduğunu düşündü önce; elinden hiçbir iş gelmemesine, çok sevdiği, büyük bir tutkuyla bağlı olduğu bokstan da ümidi kesmek zorunda kalışına kahroluyordu. Birçok güzellik yaşatmak istediği karısına karşı ne büyük utanç duyuyordu; onun kendisini böyle perişan, böyle yenilmiş bir halde görmemesi için neler vermezdi.
En kötüsü de artık bu olanların önüne geçilemeyecek oluşuydu. Fecri, derin bir acı hissetti yüreğinde; suratındaki şişliklerden, beynindeki sarsıntıdan daha şiddetliydi bu acı. Üstelik doğru bakımla ya da biraz zamanla geçecek bir şey değildi; öyle sanıyordu ki artık bu yenilmişliğin, çaresizliğin üstesinden bir daha gelemezdi.
Son karşılaşmasının üzerinden neredeyse bir ay geçmişti; sokaklarda başı öne eğik, büyük bir kederle yürüyordu. Hiç âdeti olmadığı halde, bu bir ay içerisinde salona bir kez bile uğramamıştı. İçinde sindiremediği, ağırlığını üzerinden bir türlü atamadığı o ezilmişlikle mücadele etmekten başka bir şey yapmıyordu. Günleri Derya’dan kaçmakla geçiyor, evden bir an önce çıkmanın yollarını arıyordu. Yine buna benzer bir günde, sabah erkenden telefonunu bile almayı akıl edemeden evden ayrılmış, tüm gün ortadan kaybolmuştu. İçindekileri atacağı, haykıracağı bir yer arıyordu. Sarı ışıklı, taşlı yollarda bitkin bir vaziyette yürürken annesi geldi aklına. Ne kadar perişan olursa olsun annesi onu bir şekilde düştüğü yerden kaldırmasını bilirdi. Şimdiyse karısının karşısında defalarca yenilmiş, elinde avucunda ne varsa kaybetmiş bir adamdı ama yanında onu kollarından tutup kaldırabilecek birisi yoktu, pişmanlığı, kederi öylesine büyüktü ki en büyük destekçisi, her an yanında olan karısını unutmuştu. Zihninde bu düşüncelerle yolunu olduğu gibi değiştirip Kökleme Mezarlığı’na gitti.
Tüm gün orada kalıp, gözlerinde yaşlar kalmayana kadar ağladı. İçindekileri bir bir sayıp döktükten sonra kendini daha iyi hissedeceğine dair bir inancı vardı; nitekim öyle olmadı, yüreğindeki burukluk geçmemişti. Kendisini hâlâ acı içerisinde hissediyordu; onca yumruk yemesine rağmen tarif edemediği bu acı, hissettiği tüm acılardan daha yaralayıcıydı.
Zihninde, girdiği her mücadeleyi, kollarıyla oynadığı üç dakikalık satrancın her saniyesini tek tek yeniden canlandırdı. Her seferinde rakipleri değişiyor, başına gelenler değişiyor, sonuçlar değişiyor ama maç bitip kendini atıp huzur bulduğu kollar değişmiyordu. O gün ringde neler olursa olsun, neler yaparsa yapsın sonucunda kimin eli kaldırılırsa kaldırılsın Derya daima onun için orada oluyordu. Sonra karısının da tıpkı onun gibi ama ringin dışında dövüştüğünü anladı. Yüreği, ezilmişliğinin üstüne bir de en büyük sığınağından kaçmanın utancıyla sızladı. Az önce sonu geldiğini düşündüğü yaşları şimdi tekrar gözlerindeydi. Mezarlığın kuru toprağını birbiri ardına akıttığı yaşlarıyla suluyor, içinden çıkamadığı acılarından bir şekilde kurtulmayı diliyordu.
Bir an için kendisini yeniden Derya’nın kollarında hayal etti; boş yere kaçtığı karısının sıcaklığını şiddetle istediğini, dahası asıl ihtiyacının bu olduğunu fark etti. Kaçıp durduğu yere büyük bir özlem duyuyordu şimdi. Günlerdir sırf kendisine değil karısına da çektirdiği eziyeti şu an anlayabilmişti. Kendisini bu utanç çukurundan çekip çıkarmaya hazır bekleyen karısından ne diye kaçıp duruyordu. Utancı daha da büyümüştü ama bu sefer kaçmak değil her şeyi düzeltmek, karısının kollarında ağlamak, ondan af dilemek, ona sığınmak istiyordu.
Ellerini yalvarırcasına yasladığı soğuk mermerden kaldırdığında, çoktan gün doğmak üzereydi. Boynu bükük yürüdüğü yolları şimdi, kurtuluşu olduğuna inandığı eşine gidebilmek için hızla yürüyordu. Fecri, tan vakti ayrılmıştı servi ağaçlarının sıralandığı mezarlıktan.
Attığı her adımda karısına dileyeceği özrü düşünüyor, bir şekilde kendini affettirmenin yollarını arıyordu. Bir an önce varabilmek için olanca gücüyle koşuyordu. Geçtiği her evle birlikte yüreğinin çarpıntısı biraz daha artıyor, arttıkça daha hızlı koşuyordu. Koca bir gün ortalıktan kaybolmuş, üstelik telefonunu da yanına almamıştı, şimdi tüm derdi af değil kendini nasıl açıklayacağıydı. Karısının solgun yüzü geldi aklına, büyümüş karnını düşündü. Zihni bir güzellik gösterirken bir de ne diyeceğinin kaygısıyla kaynıyordu. Giriş kapısına geldiğinde hava çoktan aydınlanmıştı. Alelacele hem zile basmış hem de kapıya vurmuştu ama kapı bir türlü açılmıyordu. Önce uyuyor olabileceğini düşündü, birkaç kez daha vurdu kapıya. Yine açan olmamıştı. İçine ince bir huzursuzluk çökmüş eli ayağına dolanmıştı. Tekrar hem zile basıp hem kapıya vurdu, hiç ses yoktu. Etrafına bakınıp telaşla ne yapacağını düşünürken en sonunda aklına ayakkabılığın en altına koydukları yedek anahtar geldi. Neyse ki anahtar yerli yerindeydi. Elleri titreyerek kapıyı açtığında, “Hayatım!?” diyebildi. Evde koca bir sessizlik hakimdi. Bütün odaları dolaşması saniyeler sürmüş ama kimseyi bulamamıştı.
İçindeki huzursuzluk öyle büyümüştü ki bir süredir çalan telefonunun sesini fark etmesi hayli zaman almıştı. Bir hışımla koşmuş, arayanın kim olduğuna bile bakmadan “Derya, sen misin?” demişti.
Telefondaki ses Derya’nın değildi. Onlarca aramanın ardından ancak ulaşabilmiş olan babasıydı. Fecri durmadan Derya’yı soruyor, babasını bir türlü dinlemiyordu. Yaşlı adam, Derya’nın doğuma alındığını ağlayarak haber verdi. Fecri’nin adeta ruhu çekilmişti, sesinde hiçbir can kalmamış ne diyeceğini bilememişti. Son bir çabayla hangi hastanede olduklarını öğrenip evin dışına çıktığında hala daha kendine gelebilmiş değildi.
Yoldan geçen ilk taksiyi durdurup telaş içerisinde hastaneye gideceğini söylerken aklında yalnızca karısı vardı. Derya kaç kez tek başına kontrole gitmek zorunda kalmış, kaç kez alışverişe gidip elinde ağır poşetlerle yalnız eve dönmüştü. Kaç gece yemek masasında onu beklemiş, kaç gece salondaki koltukta uyuyakalmıştı. Taksiciye sürekli daha hızlı gitmesini söylerken, karısının kahvaltı yaptıkları sırada, “bir oğlumuz olacak, dediğini hatırladı. Derya’nın yüzünde zoraki gülümsemesi dışında hiçbir hareketlilik yoktu, hamileliğinin beşinci ayına çoktan girmiş cinsiyeti öğreneli epey olmuş ama Fecri merak edip sormamıştı bile.
Karısını gururlandırmayı, ona başarabildiğini göstermeyi o kadar takıntı haline getirmişti ki ihtiyacı olduğunda yanında olmayı unutmuştu. Derya’nın tüm hamileliği boyunca başını bir kez karnına yaslayıp oğlunun sesini dinlememiş, ona bir kez olsun sesini duyar umuduyla bir şeyler anlatmamıştı. Oysa Fecri dönüp ardına her baktığında Derya’yı bulmuyor muydu? Bunca zamandır düştüğünde onu kaldıran karısı, çok sevdiği eşi değil miydi? Onca şeye karşılık Fecri sırf onun gözlerinde kendi mağlup yansımasını görmemek için uğraşmıştı. Şimdi ruhunu bir mengene gibi sıkıştıran şey yaşadığı başarısızlıkları, mağlubiyetleri ya da acizliği değil, kalbini kor bir alev gibi yakan geç kalmışlığıydı. Çocukluğundan beri hayalini kurduğu o ışıltılı kemerlerin, şampiyonlukların, hayranı olduğu adama benzemenin artık hiçbir değeri yoktu. Bu değersiz ve önemini yitirmiş şeyleri istemeyerek de olsa karısına tercih etmiş olmanın pişmanlığı yumrukların en ağırıydı. Zihninde kurduğu mahkeme her geçen dakika daha da katlanılmaz oluyordu.
Hüküm giymediği suç kalmamıştı. Canını en çok sıkan şey hiçbiri için elinden bir şey gelmemesiydi. Bunların hiçbirini yapmamış olsaydı belki de karısının ellerinden tutarak, ona destek olarak acılarını hafifletebilirdi. Ama o kaçmayı, utancını ve yenilmişliğini ondan uzaklaşarak temizlemeyi tercih etmişti. Şimdi karısına yaşatmak istediği her güzelliği ve gururu yaşatsa yine de bu yaptığının altından kalkamazdı. Bir şekilde her şeyi değiştirebilecek kuvveti kendinde bulabilse hayalini kurduğu her şeyden, uğruna hayatını adadığı ne varsa hepsinden vazgeçmeye hazırdı. Karısının çektiği yalnızlığı yok edebilmek için neler vermezdi ama artık her şey için çok geçti. Hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini biliyordu ama şimdi zihnindeki tek şey, gider gitmez karısının kollarına yapışacak ve bir daha bırakmayacak oluşuydu. Bu sefer her zamankinden daha sıkı tutacaktı o elleri.
Hastanenin koridorları hastasının yanında bekleyen yorgun insanlarla, acıdan kıvranarak derman arayanlarla doluydu. Her birini tek tek geçip karısının adını verip hangi odada olduğunu telaşla sordu. Merdivenleri koşar adımla çıkıp söylenen odayı buldu. Kapının önünde kimsenin olmadığını gördüğünde kalbi birden hızla atmaya başlamıştı. Korkarak da olsa odaya girdi.
Babası, kaynanası, kayınbabası, kayınbiraderiyle birkaç arkadaşı hepsi beraber oradaydı. Derya hastane yatağında yorgun olduğu belli bir şekilde yatıyor, bir eliyle de yanındaki beşiğe uzanmaya çalışıyordu. Fecri odaya girdiğinde herkes dönüp ona bakarken bile Derya oğluna bakıyordu. Kimseye bakmadan hatta yeni doğan çocuğuna bile bakmadan karısının yanına diz çöküp sol elini ellerinin arasına alarak ağlamaya başladı. Derya kocasının geldiğini ancak şimdi anlayabilmişti, saçı dağınık alnındaysa boncuk boncuk teriyle Fecri’nin gözünde her zamankinden daha bir güzeldi. Oğluna uzattığı elini kocasının kısa saçları arasına daldırdı, artık ikisi de ağlıyordu. Derya’nın gözleri parlıyor ama ağzından hiçbir sözcük çıkmıyordu. Fecri yüzlerce öpücük kondurduğu eşinin kollarını bırakıp ayağa kalktı. Derya onu ayağa kalkmış görünce elini sıkıca kavradı, sesinde kucaklayıcı bir yumuşaklık, huzur veren bir tını vardı, “Geleceğini biliyordum,” dedi. Fecri, Sinan’ı kucağına aldığında kulaklarında yankılanan bir gong sesi duydu. Hayatının en zor raundu şimdi başlıyordu…