- Katılım
- 11 Ağu 2025
- Mesajlar
- 516
- Tepkime puanı
- 24
- Puanları
- 18
Refika Ayşegül Uzun’un Sessiz adlı romanı, günlerdir feminist trajedi üstüne düşündürüyor beni.
Öncelikle Nedir trajik diye sorup cevabı İoanna Kuçuradi’nin Sanata Felsefeyle Bakmak kitabında Max Scheler’de Trajik bölümünden alalım. Bu bölümde Scheler’in “fenomen olarak trajik” kitabını izleyen Kuçuradi, şöyle yazar, “trajik, var olan bir şeydir…”[1] Max Scheler’den “evrenin kendisinin temel bir öğesidir.”[2] diye alıntılar ve devam eder “Bir durumun veya sanat yapıtının trajik olması için evrenin yapısında bulunan bu trajik olandan pay alması, bu öğenin o durumda, o yapıtta bulunması gerekir. Evren, dünya derken Scheler, fizik-kimya dünyasını değil, insan dünyasını, değerlerle bezenmiş ve yüklenmiş insan dünyasını anlar. Scheler için bu dünyalar kişiler kadar çoktur.” [3]
Trajiğin koşulu olarak “bütünlüğüyle bir tek örnekte verildiği ve ortaya çıkmasının önlenemez olduğu” üzerinde dururken “trajiğin başka bir belirtisi, onun zorunlu olmasıdır.”[4] diye yazar Kuçuradi. Aynı sayfada “trajik kişiyi en çok belirten özelliklerden biri, özgür eylemde bulunabilmedir” der ve trajiğin zorunluluğunu “insanın değişmez biopsişik yapısında bulunan bir “iç zorunluluk” olarak düşünülebilir” diye tarif eder.
Feminist trajedi olarak değerlendirilebilecek pek çok eser mitolojik ya da Antik Yunan’dan tarihsel figürlerin, kadın kahramanların hikâyelerinin yeniden yorumlanması olarak karşımıza çıkar. Kuçuradi de kitaptaki örnekleri Antik Yunan trajedilerinden verse de bahsettiği “trajik” Antik Yunanda kalmamıştır. Hatta Scheler’le bu konuda ayrılıp “ona göre değerlerin belli tarihselliğindendir ki, şimdi’de trajediler yok ancak geçmişte vardır” der. Oysa kendi, dar anlamdaki trajik suç, trajiğin ancak bir görünümüdür diye belirtip ekler “özellikle yeni trajedilerde dar anlamda suç, yani bir cinayet yoktur”.
Bu tanımların çerçevesinde Sessiz kitabına bir bakalım…
Her ne kadar Sessiz romanda dar anlamdaki suçlardan bolca varsa da (hatta romanı okuyacaklar için bir tetikleyici uyarısı gerekebilir) kitabın ya da ana kahramanın çatışması bunun üstüne değil ve suç kitabın başında ortaya çıkıyor.
Başarılı bir avukat olan Lâl’in yıllardır beraber çalıştığı, ünlü ve itibarlı iş insanı Haluk Varlı aleyhine bir taciz suçlamasıyla başlıyor roman. Lâl ve Haluk Varlı ile çalışan diğer pek çok kişi bunun bir iftira olduğuna neredeyse emin. Hatta suçlamanın kovuşturmaya yer olmayacak nitelikte bulunacağına bile neredeyse eminler ancak dava açılıyor. Lâl ve diğer pek çoklarının Varlı’ya itimatı sarsılmazken bir yandan da Lâl’in özel hayatında ve cinsel yaşamında olaylar gelişmekte ve ailesiyle ilişkisindeki paternler sürmekte. Bir dizi olay ile Lâl’in hafızasında tetiklenmeler meydana geliyor. Alice Miller’in de Beden Asla Yalan Söylemez kitabında yazdığı “Beden hatırlar. Her yaşanmışlık bedene kaydedilir” önermesini doğru çıkarırcasına bir tetiklenme ve hatırlama silsilesi Lâl’in kişisel hayatında sürerken davadaki avukat konumu ve Varlı’nın savunma hakkı Lâl için tartışma konusu dahi değildir. Onun için asıl önemli olan gerçeklerin ortaya çıkmasıdır ki bu durum sadece dava hakkında değil…
Roman boyunca ortaya dökülen gerçekler ve diğer suçlar suçlunun tek kişi olmadığına dair bir işaret, belki de bir soru işareti, gösteriyor. Aynı zamanda sinir bozucu bir olağanlık içinde verilen Lâl için “yapılması gerekenin” ifası, suçun inkârını destekleyen nitelikte olunca okurda yarattığı duygu trajik bir biçimde ağırlaşıyor.
Bu romanı trajedi üzerinden düşünmemin nedeni her şeyden evvel romanın sonuna kadar neredeyse değişmeyen bir tavır sürdürmeye çalışan Lâl’in trajik bir karakter olmaya yatkınlığı. Yukarıda alıntıladığım gibi özgür eylemde bulunabilecek karakterin bir tür iç zorunlulukla kaçınılmaz olanı eylemesi de duruma eklenince belki de trajik bir karakterdir. Tabii klasik trajedilerde bulabileceğimiz soylu, erk ve erkil erdem sahibi olanından değil. Günümüz neo-liberal çalışma ortamında meslek sahibi ve başarılı bir kadın olanından. Hiç sessiz bir karakter de değil yetişkin Lâl, hatta istediğinde, seçtiği kişilere ve durumlarda kullandığı ve karşısındakini adeta içine kaçıran “insanları susturabildiğini sayısız kere tecrübe ettiği ses tonu” bile var. Bu bir etken olsa da sadece karakterin kendi ayakları üstünde duran bir kadın olmasından ötürü romanı feminist diye nitelendirmek özcü bir yorum ve benim anladığım feminizmin karşısında olurdu…
Olay örgüsü romanı trajedi kılan bir diğer neden, yani romandaki “trajik” olaylar silsilesi. Roman bizi ana karakter Lâl’in sessizliğine ve çocukluğunda maruz kaldığı bir cinsel istismar ânını yetişkin bir kadın olarak hatırlaması sürecine tanıklığa zorluyor. Zorluyor diyorum zira karakterin körlüğünü bize gösteren, kendi ışığını nasıl yakacak acaba diye meraklandıran bir yapısı var metnin. Aynı zamanda epizodik yapısıyla (temalarından biri olan epizodik belleğe de tam denk gelmiş bu yapı) bu merakı hayli yüksek tutmuş. Ne olacak diye değil ama nasıl olacak diye merakla olayların peşinde karakterle sürükleniyoruz.
Ne olacak kısmı ise hayli katmanlı ve kademeli kurgulanmışsa da coğrafyalar üstü bir meseleyi[5] işlediği için sürprizli denemez. Yine de bizi kederli bir tedirginlikle sonuna kadar meraklandırıyor.
Ve nihaî neden, bu silsilenin ana olay ve karakter etrafında sıkı bağlarla örülmüş olması. Yani romanda pek çok karakter olsa dahi hepsi Lâl’in etrafında ve onun hikâyesine katkı sunacak şekilde kurulmuş. Ve rastlantısal bir karşılaşma neredeyse yok denebilir. Ki bu kurmacanın başarısını da gösterebilir, gerçeğin ortaya çıkışının önlenemezliğinin kurulumunu da…
Yeni yayımlanmış bir romanı daha fazla detay vererek didiklemek istemem, okur deneyiminin önüne geçecek bir inceleme olmaması için de bundan kaçınacağım. Aynı zamanda “kaç tane özne varsa o kadar feminizm mümkün” şiarıyla da uyumlu bir şekilde feminist trajedi düşüncesini desteklemeyi değil fakat bu izlekte düşünmeye devam etmeyi isterim.
Sessiz romanında taciz ve cinsel istismar, konumun kötüye kullanılması, çocuklukta ihmal kavramıyla beraber işlenmiş. Toplumdaki ve ailedeki otoriter şiddete, bakım ve koruma ihmali de katılarak işlenmiş, dünya edebiyatında da sert yüzleşmelerle ve failin inkarıyla çatışmanın kurulduğunu gördüğümüz, eserler artıyor iyi ki ve maalesef. Sessiz, hepsini içerirken yadsımayı ve bireysel korkuyla yüzleşme-hatırlama sürecini ana karakterde bedenleştirmiş. Nihayet de iki yüzlü bir güven duygusuyla ve duygusal telafiyle, konuşulmayanların sessizliğinde meseleyi yerel bir atmosfere taşımış diye düşünüyorum.
Bunu yaparken bireysel bir korkuyla yüzleşme sürecinden ziyade dış itkiyle hatırlama ve yadsıma sürecine odaklanmış. Bu açıdan cinsel şiddetten hayatta kalanlar için olayı kişiselleştirmeye ve mağdur suçlayıcılığa yol açabilecek bir tavrın önüne geçerken; kuvvetli bir eylemsellik de kazandırmış. Böylesi toplumsal bir soruna karşı, toplumun her aşamasında; evde, işte ve sosyal alanlarda örülü ve örtük erkek şiddetine karşı yine her alanda örülü bir topluluk desteğini inşaa etmiş ve görünür kılmış roman. Lâl’in, ana karakter olarak eylemden yani yüzleşme ve hayatta kalma sürecini yeniden inşaadan kaçamamasının nedeni, yine dış karşılaşmalar ve “çevresi” olduğu kadar tetiklenen beden hafızasıyla içsel bir zorunluluk olarak da ortaya çıkıyor.
Rita Felski, Edebiyat Ne İşe Yarar? kitabının tanıma üzerine ilk bölümünde “tragedya, kişinin kendini ya da ötekileri bilme konusundaki başarısızlığının yıkıcı sonuçlarını belgelemesiyle ünlü bir türdür.”[6] der ve ekler “gene de, yanlış tanıma fikri kendi antitezini varsayar ve kapsar. … İçgörü yahut öz-kavrayış kazanmaktan menedilmişsek, bir yanlış tanıma ediminin gerçekleşmiş olduğunu anlamamız nasıl mümkün olabilir?”
Felski, tanımanın “diyalojik bir ilişkiye dayandığından” ve “kendini algılamanın ötekinin dolayımıyla ve ötekiliğin benlik tarafından algılanışıyla da ilişkili”[7] olduğundan bahseder.
Sessiz roman, üçüncü tekil bir anlatıcı aracılığıyla Lâl’in kendine yönelik bir öz-kavrayış sürecini okura gösterirken, Lâl’e de toplumsal olana dair bir “yanlış tanıma” kavrayışını gösteriyor. Bu açıdan feminist bir alt üst ediş yorumunu hak ediyor diye düşünüyorum.
Felski’nin de yazdığı gibi “Şüphesiz, yorumun hiçbir zaman tarafsız ve nesnel olmadığı, daima eleştirmenlerin “okurun özne konumu” dediği şey tarafından şekillendirildiği, bugün yeniden kanıtlanmasına gerek olmayan bir kabuldür.”[8]
[1] Kuçuradi, İ. (2013). Sanata Felsefeyle Bakmak. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.
[2]Akt: a.g.y
[3] A.g.e.
[4] A.g.e. s.14
[5] Unicef’in Ekim 2024 tarihli tahminlemesine göre dünya genelinde her beş kız çocuk ve kadından biri çevrimiçi veya sözlü taciz gibi “temasa dayanmayan” cinsel şiddet türlerini de kapsayan cinsel şiddetten etkileniyor.
[6] Felski, R. (2008). Edebiyat Ne İşe Yarar? (Çev. 2021, Metis yayınları, Emine Ayhan) s.43
[7] A.g.e. s.66
[8] A.g.e. s.21
Öncelikle Nedir trajik diye sorup cevabı İoanna Kuçuradi’nin Sanata Felsefeyle Bakmak kitabında Max Scheler’de Trajik bölümünden alalım. Bu bölümde Scheler’in “fenomen olarak trajik” kitabını izleyen Kuçuradi, şöyle yazar, “trajik, var olan bir şeydir…”[1] Max Scheler’den “evrenin kendisinin temel bir öğesidir.”[2] diye alıntılar ve devam eder “Bir durumun veya sanat yapıtının trajik olması için evrenin yapısında bulunan bu trajik olandan pay alması, bu öğenin o durumda, o yapıtta bulunması gerekir. Evren, dünya derken Scheler, fizik-kimya dünyasını değil, insan dünyasını, değerlerle bezenmiş ve yüklenmiş insan dünyasını anlar. Scheler için bu dünyalar kişiler kadar çoktur.” [3]
Trajiğin koşulu olarak “bütünlüğüyle bir tek örnekte verildiği ve ortaya çıkmasının önlenemez olduğu” üzerinde dururken “trajiğin başka bir belirtisi, onun zorunlu olmasıdır.”[4] diye yazar Kuçuradi. Aynı sayfada “trajik kişiyi en çok belirten özelliklerden biri, özgür eylemde bulunabilmedir” der ve trajiğin zorunluluğunu “insanın değişmez biopsişik yapısında bulunan bir “iç zorunluluk” olarak düşünülebilir” diye tarif eder.
Feminist trajedi olarak değerlendirilebilecek pek çok eser mitolojik ya da Antik Yunan’dan tarihsel figürlerin, kadın kahramanların hikâyelerinin yeniden yorumlanması olarak karşımıza çıkar. Kuçuradi de kitaptaki örnekleri Antik Yunan trajedilerinden verse de bahsettiği “trajik” Antik Yunanda kalmamıştır. Hatta Scheler’le bu konuda ayrılıp “ona göre değerlerin belli tarihselliğindendir ki, şimdi’de trajediler yok ancak geçmişte vardır” der. Oysa kendi, dar anlamdaki trajik suç, trajiğin ancak bir görünümüdür diye belirtip ekler “özellikle yeni trajedilerde dar anlamda suç, yani bir cinayet yoktur”.
Bu tanımların çerçevesinde Sessiz kitabına bir bakalım…
Her ne kadar Sessiz romanda dar anlamdaki suçlardan bolca varsa da (hatta romanı okuyacaklar için bir tetikleyici uyarısı gerekebilir) kitabın ya da ana kahramanın çatışması bunun üstüne değil ve suç kitabın başında ortaya çıkıyor.
Başarılı bir avukat olan Lâl’in yıllardır beraber çalıştığı, ünlü ve itibarlı iş insanı Haluk Varlı aleyhine bir taciz suçlamasıyla başlıyor roman. Lâl ve Haluk Varlı ile çalışan diğer pek çok kişi bunun bir iftira olduğuna neredeyse emin. Hatta suçlamanın kovuşturmaya yer olmayacak nitelikte bulunacağına bile neredeyse eminler ancak dava açılıyor. Lâl ve diğer pek çoklarının Varlı’ya itimatı sarsılmazken bir yandan da Lâl’in özel hayatında ve cinsel yaşamında olaylar gelişmekte ve ailesiyle ilişkisindeki paternler sürmekte. Bir dizi olay ile Lâl’in hafızasında tetiklenmeler meydana geliyor. Alice Miller’in de Beden Asla Yalan Söylemez kitabında yazdığı “Beden hatırlar. Her yaşanmışlık bedene kaydedilir” önermesini doğru çıkarırcasına bir tetiklenme ve hatırlama silsilesi Lâl’in kişisel hayatında sürerken davadaki avukat konumu ve Varlı’nın savunma hakkı Lâl için tartışma konusu dahi değildir. Onun için asıl önemli olan gerçeklerin ortaya çıkmasıdır ki bu durum sadece dava hakkında değil…
Roman boyunca ortaya dökülen gerçekler ve diğer suçlar suçlunun tek kişi olmadığına dair bir işaret, belki de bir soru işareti, gösteriyor. Aynı zamanda sinir bozucu bir olağanlık içinde verilen Lâl için “yapılması gerekenin” ifası, suçun inkârını destekleyen nitelikte olunca okurda yarattığı duygu trajik bir biçimde ağırlaşıyor.
Bu romanı trajedi üzerinden düşünmemin nedeni her şeyden evvel romanın sonuna kadar neredeyse değişmeyen bir tavır sürdürmeye çalışan Lâl’in trajik bir karakter olmaya yatkınlığı. Yukarıda alıntıladığım gibi özgür eylemde bulunabilecek karakterin bir tür iç zorunlulukla kaçınılmaz olanı eylemesi de duruma eklenince belki de trajik bir karakterdir. Tabii klasik trajedilerde bulabileceğimiz soylu, erk ve erkil erdem sahibi olanından değil. Günümüz neo-liberal çalışma ortamında meslek sahibi ve başarılı bir kadın olanından. Hiç sessiz bir karakter de değil yetişkin Lâl, hatta istediğinde, seçtiği kişilere ve durumlarda kullandığı ve karşısındakini adeta içine kaçıran “insanları susturabildiğini sayısız kere tecrübe ettiği ses tonu” bile var. Bu bir etken olsa da sadece karakterin kendi ayakları üstünde duran bir kadın olmasından ötürü romanı feminist diye nitelendirmek özcü bir yorum ve benim anladığım feminizmin karşısında olurdu…
Olay örgüsü romanı trajedi kılan bir diğer neden, yani romandaki “trajik” olaylar silsilesi. Roman bizi ana karakter Lâl’in sessizliğine ve çocukluğunda maruz kaldığı bir cinsel istismar ânını yetişkin bir kadın olarak hatırlaması sürecine tanıklığa zorluyor. Zorluyor diyorum zira karakterin körlüğünü bize gösteren, kendi ışığını nasıl yakacak acaba diye meraklandıran bir yapısı var metnin. Aynı zamanda epizodik yapısıyla (temalarından biri olan epizodik belleğe de tam denk gelmiş bu yapı) bu merakı hayli yüksek tutmuş. Ne olacak diye değil ama nasıl olacak diye merakla olayların peşinde karakterle sürükleniyoruz.
Ne olacak kısmı ise hayli katmanlı ve kademeli kurgulanmışsa da coğrafyalar üstü bir meseleyi[5] işlediği için sürprizli denemez. Yine de bizi kederli bir tedirginlikle sonuna kadar meraklandırıyor.
Ve nihaî neden, bu silsilenin ana olay ve karakter etrafında sıkı bağlarla örülmüş olması. Yani romanda pek çok karakter olsa dahi hepsi Lâl’in etrafında ve onun hikâyesine katkı sunacak şekilde kurulmuş. Ve rastlantısal bir karşılaşma neredeyse yok denebilir. Ki bu kurmacanın başarısını da gösterebilir, gerçeğin ortaya çıkışının önlenemezliğinin kurulumunu da…
Yeni yayımlanmış bir romanı daha fazla detay vererek didiklemek istemem, okur deneyiminin önüne geçecek bir inceleme olmaması için de bundan kaçınacağım. Aynı zamanda “kaç tane özne varsa o kadar feminizm mümkün” şiarıyla da uyumlu bir şekilde feminist trajedi düşüncesini desteklemeyi değil fakat bu izlekte düşünmeye devam etmeyi isterim.
Sessiz romanında taciz ve cinsel istismar, konumun kötüye kullanılması, çocuklukta ihmal kavramıyla beraber işlenmiş. Toplumdaki ve ailedeki otoriter şiddete, bakım ve koruma ihmali de katılarak işlenmiş, dünya edebiyatında da sert yüzleşmelerle ve failin inkarıyla çatışmanın kurulduğunu gördüğümüz, eserler artıyor iyi ki ve maalesef. Sessiz, hepsini içerirken yadsımayı ve bireysel korkuyla yüzleşme-hatırlama sürecini ana karakterde bedenleştirmiş. Nihayet de iki yüzlü bir güven duygusuyla ve duygusal telafiyle, konuşulmayanların sessizliğinde meseleyi yerel bir atmosfere taşımış diye düşünüyorum.
Bunu yaparken bireysel bir korkuyla yüzleşme sürecinden ziyade dış itkiyle hatırlama ve yadsıma sürecine odaklanmış. Bu açıdan cinsel şiddetten hayatta kalanlar için olayı kişiselleştirmeye ve mağdur suçlayıcılığa yol açabilecek bir tavrın önüne geçerken; kuvvetli bir eylemsellik de kazandırmış. Böylesi toplumsal bir soruna karşı, toplumun her aşamasında; evde, işte ve sosyal alanlarda örülü ve örtük erkek şiddetine karşı yine her alanda örülü bir topluluk desteğini inşaa etmiş ve görünür kılmış roman. Lâl’in, ana karakter olarak eylemden yani yüzleşme ve hayatta kalma sürecini yeniden inşaadan kaçamamasının nedeni, yine dış karşılaşmalar ve “çevresi” olduğu kadar tetiklenen beden hafızasıyla içsel bir zorunluluk olarak da ortaya çıkıyor.
Rita Felski, Edebiyat Ne İşe Yarar? kitabının tanıma üzerine ilk bölümünde “tragedya, kişinin kendini ya da ötekileri bilme konusundaki başarısızlığının yıkıcı sonuçlarını belgelemesiyle ünlü bir türdür.”[6] der ve ekler “gene de, yanlış tanıma fikri kendi antitezini varsayar ve kapsar. … İçgörü yahut öz-kavrayış kazanmaktan menedilmişsek, bir yanlış tanıma ediminin gerçekleşmiş olduğunu anlamamız nasıl mümkün olabilir?”
Felski, tanımanın “diyalojik bir ilişkiye dayandığından” ve “kendini algılamanın ötekinin dolayımıyla ve ötekiliğin benlik tarafından algılanışıyla da ilişkili”[7] olduğundan bahseder.
Sessiz roman, üçüncü tekil bir anlatıcı aracılığıyla Lâl’in kendine yönelik bir öz-kavrayış sürecini okura gösterirken, Lâl’e de toplumsal olana dair bir “yanlış tanıma” kavrayışını gösteriyor. Bu açıdan feminist bir alt üst ediş yorumunu hak ediyor diye düşünüyorum.
Felski’nin de yazdığı gibi “Şüphesiz, yorumun hiçbir zaman tarafsız ve nesnel olmadığı, daima eleştirmenlerin “okurun özne konumu” dediği şey tarafından şekillendirildiği, bugün yeniden kanıtlanmasına gerek olmayan bir kabuldür.”[8]
[1] Kuçuradi, İ. (2013). Sanata Felsefeyle Bakmak. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.
[2]Akt: a.g.y
[3] A.g.e.
[4] A.g.e. s.14
[5] Unicef’in Ekim 2024 tarihli tahminlemesine göre dünya genelinde her beş kız çocuk ve kadından biri çevrimiçi veya sözlü taciz gibi “temasa dayanmayan” cinsel şiddet türlerini de kapsayan cinsel şiddetten etkileniyor.
[6] Felski, R. (2008). Edebiyat Ne İşe Yarar? (Çev. 2021, Metis yayınları, Emine Ayhan) s.43
[7] A.g.e. s.66
[8] A.g.e. s.21